(Konu yok)bxjx

Kaslı Erkekler Spor Yaptıkları İçin ve Hormonları Daha İyi Çalığtığı İçin mi Cinsel Performanları Yüksektir?

Kaslı Erkekler Spor Yaptıkları İçin ve Hormonları Daha İyi Çalığtığı İçin mi Cinsel Performanları Yüksektir?

Farabi, Avrupayı kilim ve kiltür açısından etkileyen bir bilim adamıdır

Farabi, Avrupayı derinden etkilemiş olan devlet adamıdır

Farabi, Avrupayı derinden etkilemiş olan devlet adamıdır

Karahanlıların resmi dili Arapça değil Türkçedir. Bunun yanında Dini Islamdır

Karahanlıların resmi dili Arapça değil Türkçedir

Karahanlıların resmi dili Arapça değil Türkçedir

Ibn-i Sina, Tıp alanında devrim yapmış bir bilim ve düşünürdür

Tıp alanında bir devrim yapmış olan Türk düşünürü Ibn-i Sina'dır

Tıp alanında bir devrim yapmış olan Türk düşünürü Ibn-i Sina'dır

Melik Nedir? Eyalet ve sancaklara gönderilen hanedan yöneticilerine ve hükümdar oğullarna denir

Melik, hanedan üyesi olup eyalet ve sancaklara gönderilen yönetici
Melik, hükümdarın oğlu

Melik, hanedan üyesi olup eyalet ve sancaklara gönderilen yönetici
Melik, hükümdarın oğlu

Danışmentler Artuklar Saltuklar ve Anadolu Selçuklu Anadoluda Haçlılar ile savaşmışlardır

Sorularla Türk Islam Tarihi

Anadoluda Haçlılar ile savaşan Türk Beylik ve devletleri kimlerdir?
Artuklar
Saltuklar
Anadolu Selçuklu Devleti

Sorularla Türk Islam Tarihi

Anadoluda Haçlılar ile savaşan Türk Beylik ve devletleri kimlerdir?
Artuklar
Saltuklar
Anadolu Selçuklu Devleti

Büyük Selçuklu Devleti Bilim ve Eğitimi Geliştirmek Için Neler Yaptı? Sorularla Türk Islam Tarihi

Evet arkadaşlar Sorularla Islam tarihi soru setimize hoş geldiniz bugün sizlere Büyük Selçuklu devletinin eğitim ve bilimi geliştirmek için neler yaptığına dair bilgiler vereceğiz.

Büyük Selçuklu Devleti Eğitim ve Bilimi Geliştirmek Için; Bir sürü sey yapmıştır ama siz bunları bilmesenizde olur seçeneklere Kervansaray koyarlar bu sizi yanıltmasın Kervansaray sadece ticaret içindi bu sadece Büyük Selçuklu devleti için geçerli zira Gazneliler için geçerli değildir

Evet arkadaşlar Sorularla Islam tarihi soru setimize hoş geldiniz bugün sizlere Büyük Selçuklu devletinin eğitim ve bilimi geliştirmek için neler yaptığına dair bilgiler vereceğiz.

Büyük Selçuklu Devleti Eğitim ve Bilimi Geliştirmek Için; Bir sürü sey yapmıştır ama siz bunları bilmesenizde olur seçeneklere Kervansaray koyarlar bu sizi yanıltmasın Kervansaray sadece ticaret içindi bu sadece Büyük Selçuklu devleti için geçerli zira Gazneliler için geçerli değildir

Teröristlerin Piri Hasan Sabbah

Teröristlerin Piri Hasan Sabbah

Elbruz sıradağları arasında sarplığı ile dikkat çeken bir tepe...

Önünde yılan gibi uzanan gümrah vadi, üstünde kartal yuvasını andıran bir kale...

Alamut'un kırmızı urbalı uğruları liderlerini dikkatle dinler, eylem ve propaganda üzerine derinleşirler. Dailerden ikisi belirgin bir şekilde öne çıkar ki bunlardan biri müthiş bir hatiptir, öbürü gözükara cengaver. Lider talebelerinin birazdan krize gireceğini bildiği için dersi kısa keser. Haşhaşiler köşelerine çekilir, çılgınlar gibi afyon tütsülerler. Tam o sırada nar çiçeği renkli elbiselere bürünmüş muhafız komutanı görünür, iki genci yanına çağırıp "ne mutlu size" der, "pirimiz Hasan Sabbah sizleri görmek ister!"

Çocuklar heyecanlanır, üstlerine başlarına çekidüzen verirler. Alel acele Sabbah'ın şatosuna götürülür, yüksek tavanlı koridorlardan geçer, altın şamdanlar ve kızıl kadifelerle döşenmiş muhteşem bir salona girerler.

Sahte cennet

Ya üç, ya beş dakika geçmiştir ki davullar vurulur, perdeler ard arda aralanır. Batınilerin önderi Hasan Sabbah dört zencinin taşıdığı tahtırevanla ortaya çıkar. Sırtında paha biçilmez bir pelerin vardır, sorgucundaki elmaslar göz alır. Bu sivri çeneli, gök gözlü adam ürkütücüdür ama gülümser. Hatta ellerini gençlerin omuzlarına koyar, "siz ikiniz arkadaşlarınıza fark attınız" der, "fedai olmaya hak kazandınız. Bunun karşılığını fazlasıyla alacaksınız!"

Hasan Sabbah gençlerin sırtına birer kızıl kaftan koyar, kuşaklarına tatlı tatlı şıngırdayan keseler sokar. Fidan boylu sakiler gelir gider, soğuk şerbetler sunarlar. Ancak ilk yudumda göz kapakları ağırlaşır ve hiç yaşamadıkları bir rahavet benliklerini sarar.

Gençler uyandıklarında gün kararmalı olmuştur. Kendilerini hayal bile edemeyecekleri bir bahçede bulurlar. Ağaçlar, çiçekler, kameriyeler... Eşi görülmemiş evler, hamamlar, kurnalar, yumuşak kadifeler, somaki mermerler... Duvarlarda hayalgücü yüksek ustaların yaptığı resimler... Bal, süt, şarap akan derecikler ve birbirinden alımlı güzeller. Kimi saz çalar kimi def döver kimi rakseder. Yelpaze sallayanlar, göz kırpanlar, gerdan kıranlar... Gençlerin önüne en güzel kebabları koyar, dallardan en olgun meyveleri koparırlar. Hele dolunay çıkıp ay ışığı havuzlarda yıkanmaya başlayınca gençler mest olur, kadehleri ard arda yuvarlarlar. Prenses edalı kızlar döner dolaşır bu nimetin Hasan Sabbah tarafından bahşedildiğini fısıldarlar. Gençler o kadar içerler sarhoş olup sızar, sabah kendilerini koğuşlarında bulurlar.

Akılları başlarına geldiğinde tekrar Hasan Sabbah'ın huzuruna çıkarılırlar. Batıni lideri onlara "Cenneti mi nasıl buldunuz" diye sorar. Gençler büyük bir şevkle "güzel bulduk" diye mırıldanırlar.

-Peki orada ebedi olarak kalmak istemez misiniz?

-Elbette isteriz.

-Öyleyse üstadınıza gidin, size vazifenizi öğretsin.

İki genç emredildiği gibi Musul'a gelir ama bir arada bulunmamaya özen gösterirler. Biri sefil bir dilenci kılığına girmiş, öbürü derviş hırkası giymiştir. Vazifeleri kolay değildir, Cuma günü Ulucami de, üstelik halkın gözü önünde ünlü Türk komutanı Emir Porsuk'u öldüreceklerdir. Eylem gününe kadar kenarda köşede pinekler, birbirlerini tanımazdan gelirler. Camiye farklı kapılardan girer efendi efendi boyun bükerler. Hutbeyi öylesine huşu içinde dinlerler ki aksakallı kocamışlar bile imrenir, üstüne basa basa "maşaallah" derler.

Camide cinayet

Porsuk Bey'in yanında muhafızları vardır, başındaki tolgaya, sırtındaki zırha bakılırsa böyle bir saldırıya hazırlıklıdır. Müezzin her zamanki gibi kamet getirir, cemaat her zaman ki gibi ayaklanır. Derviş kisveli dai muhafızların önüne geçer, dilenci kılıklı olanı bir hamlede emirin gırtlağını keser. Sanki suikast değil şov yaparlar. Katil gözlerini iri iri açıp sırıtarak paralanmayı beklerken, öbürü ulu perdeden nutuk atmaya başlar.

Bu ince bir planın ürünüdür, Porsuk Beyi safdışı etmekle kalmaz, halkı dehşet içinde bırakmayı başarırlar. Artık kimse hayatından emin değildir, beklenmedik yerde ve umulmadık zamanda saldırıya uğrayabilirler. İnsanlar korku ve şüpheyle yaşar, huzura hasret kalırlar. Hasan Sabbah efsane olur, koca koca beyleri haraca bağlar. Fedailer kervanları göstere göstere soyar, hac kafilelerini aşikare basarlar. Kadın çocuk demez müminleri dilim dilim doğrarlar.

Alamut Kalesi

Dehşet salarlar

Sabbah'ın fedaileri Selçukluların bilge veziri Nizamülmülk'ü halka açık bir iftar sofrasında katleder, Melikşah'ı zehirleyerek öldürürler. Bir gece Sultan Sencer'in yatak odasına kadar girer, onu başucuna bıraktıkları hançerle tehdit ederler. Öyle ya o hançeri (ki felaket zehirlidir) oraya kadar getiren adam, pekala sultana da saplayabilir.

O yıllarda Asya'yı dolanan Marco Polo, Alamut kalesini ve Sabbah'ın sahte cennetini hatıratına yazar. Batıni dailerin ünü bir anda ülkeler ötesine yayılır. Hoş batı dillerindeki "assassin" (katil) ve "assassination" (suikast) sözcükleri "haşhaşi"den gelmektedir. Başta Melikşah olmak üzere Sultan Berkyaruk ve Muhammed Tapar, Alamut'u düşürmek için çok uğraşırlar ancak kale çok sarptır ve Sabbah ambarlarını nevalesiz, sarnıçları susuz koymaz.

Peki kimdir bu Sabbah, hem bu eylemler kime yarar?

Hasan bin Ali, bizim bildiğimiz adıyla Hasan Sabbah Kum kentinde doğan bir İranlıdır, ancak o, Selçuklu ülkesinde yaşamanın nimetlerinden yararlanır, ciddi bir eğitim alır. Hatta efsane vezir Nizam-ül-mülk ve ünlü şair Ömer Hayyam'ın medrese arkadaşıdır. Alpaslan onu yakınında tutar, görünüşe bakılırsa iyi bir devlet memuru, belki de vali yapacaktır. Ancak o valilikle, vezirlikle doymayacak kadar hırslıdır. Yeni yeni arayışlar içine girer ve gider Batınilerin dâî-i a'zamı İbn-i Attâş'a kapılanır. Ardından Mısır'a kaçıp Fâtımî hükümdârı Mustansır-billah'a çalışır. Batınilerin en belirgin özelliği Eshâb-ı kirâm düşmanı olmalarıdır. Bunlar klasik Şia gruplarına benzemez, İmam olarak Câfer-i Sâdık Hazretlerinin oğlu İsmâil'i kabul etseler de ona da uymazlar. Biz Kur'ân-ı kerîm'in zâhirîyle değil bâtınıyla (özüyle) uğraşıyoruz der, kural kaide tanımazlar. Diğer dinlerden özellikle Hıristiyanlık ve Mecûsîlikten çok şey alır, Yunan felsefecileri ile bir Sasani devri komünisti olan Mejdek'in tesiri altında kalırlar. Şahsî tasarrufu yasaklar, "herşey herkesindir" der, aile hayatı yaşamazlar. Tenâsühe inanır, İmâmlara uluhiyet yakıştırırlar. Cebrâil Aleyhisselama "vahyi Hazret-i Ali'ye getirmek için emrolunmuştu. Muhammed'i kayırdı" diye iftira atarlar.

Batıniler, yedinci imama bağlılıklarından dolayı Seb'iyye; haramları mubah saydıklarından ötürü Hurûmiyye; kırmızı giyindikleri için Muhammira; kurucularından Hamdan Karmat'ın ismine nisbetle Karâmita; Bâbek Hurremî'ye tâbi oldukları için, Bâbekiyye ve uyuşturucu müptelası oldukları için Haşhaşiyye adını alırlar.

Dailer fedai olunca...

Batıniler dindarlarla uğraşmaz, cahillerin meyline ve keyfine göre konuşurlar. Başlangıçta herkesin inandığı şeyleri müdâfaa eder, yavaş yavaş "Allah'ın ibâdetimize ihtiyacı mı var? Mühim olan kalp temizliği" demeye başlarlar. Eskileri "gerici" diye yaftalar, gençleri kenarından köşesinden harama alıştırırlar. "Dâî" denen seyyar propagandacılar her taşın altından çıkar, Kûfe, Basra, İran, Yemen, Bahreyn ve Afrika'ya uzanırlar. Gittikleri yerlerde dervişliğe oynar, etliye sütlüye karışmaz, saygı uyandırırlar. Gizli gizli ihtilâf kaşır, ustalıkla fitne kaynatırlar. Bir ara Bahreyn bölgesinde Karmatî Devletini kurar, Müslümanlara görülmemiş eziyetler yaparlar. Mekke-i mükerremeyi yağma eder (H.317), Hacer-ül-Esvedi kaçırırlar. Batıniler kan dökücü ve ihtilalcidirler. Nitekim Mısır'da da iktidârı ele geçirerek Fâtımî Devletini kurarlar. El ezher'i merkez edinir, bilahare Nizârîler ve Müsta'lîler olmak üzere ikiye ayrılırlar.

İşte Hasan Sabbah Nizârîlerin başına geçer, sabırla çalışıp İran'a sızar. Şeytanın bile aklına gelmeyecek hilelerle Alamut Kalesini ele geçirir ve İsmaili Devletini kurar. Lâkin bu devlet çok cılızdır, düşmanlarının karşısına çıkıp meydan muharebesi yapamazlar. Gelgelelim terör estirmekte fevkalade ustadırlar.

Dilerseniz biraz daha gerilere gidelim. Batınilik ilk kez Mecûsî asıllı "Kaddah" tarafından kurulur, haçlılar bunları Selçuklulara karşı kullanırlar. O yıllarda Kudüs'e gelen manastır dernekleri (Gilde üyeleri) Batıni meslek kuruluşu "Fütüvve" mensuplarıyla karşılaşır ve kaynaşırlar. Haçlılar Kudüs'ü ele geçirmek için Fatımiler'le birlikte çalışırlar. Bu ittifak inanç birliğini de getirir ve Hıristiyanlıktan çok şey alırlar. Bugün Lübnan'da görülen Fatımi kalıntıları "Derezi" (Dürzü) adıyla anılırlar.

Haçlı-Batıni ittifakı

Selahattin Eyyubi Fatımi devletine son verince, "Batıni-Haçlı dayanışması" su yüzüne çıkar. Kudüs'te Kral Baudouin tarafından, Süleyman Mabedini korumakla görevlendirilen "İsa'nın Fakir Askerleri" yeni görevleri nedeniyle isimlerini değiştirip "Knights Templar" (Mabet Şövalyeleri) adını alırlar. Bunların lideri Şövalye De Payens piskopos Chiaravalle'nin yeğenidir ve Kabbalacılar adına mabedin temellerinde gömülü sırlara ulaşmaya çabalar.

Hasan Sabbah, Hugs De Payens ve arkadaşlarını Alamut Kalesi'nde ağırlar. Şövalyeler Sabbah'ın sistemine hayran olur, "örgüt, teori, propaganda" adına çok şey kapar, Batıni doktrinini esas alırlar. Aynen dailer ve fedailer gibi ketumiyet yemini eder, birbirlerini "kardeş" diye çağırırlar. Ancak bazı kardeşler "Serving Brothers" (hizmetçiler) üvey kalır, bazıları (Chaplaini ve Knight'lar) havvasa dahil olurlar. Bunlar da Batıniler gibi gizli işaretlerle anlaşır, parola ve semboller kullanırlar. Sadece Tapınak Şövalyeleri değil, Loyola tarafından kurulan Cizvit'ler de hiyerarşik yapılarıyla Haşhaşileri andırırlar. (Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam)

Sanırım kafanız karıştı, iki cümleyle özetlersek: Biiir: Batıniler haçlılarla kankadırlar. İkiii: Müslümanlarla uğraşır, inananları bunaltırlar.

Selçuklu Sultanları Alamut Kalesi'ni defalarca kuşatır ama almayı başaramazlar. Ama bakın şu işe ki Allahü teala onların başına da bir başka zalimi (Hülâgu'yu) sarar, Moğollar Alamut'a girer, daileri dağıtırlar.

Yörede barınamayan Batıniler 1'inci Ağa Hanın liderliğinde Hindistan'a sığınırlar. Günümüzde Batınilerin liderliğini Jet sosyetede çapkınlığı ile tanınan Kerim Ağa Han yapar. Fukara Hintliler onu altınla, elmasla tartar, çıtır çıtır yesin diye yüzmilyonlarca sterlini önüne koyarlar. Ağa Han da üç yılda bir verdiği "Mîmarlık Ödülü" ile dünya çapında şov yapar...

Ahmet Sırrı Arvas

Teröristlerin Piri Hasan Sabbah

Elbruz sıradağları arasında sarplığı ile dikkat çeken bir tepe...

Önünde yılan gibi uzanan gümrah vadi, üstünde kartal yuvasını andıran bir kale...

Alamut'un kırmızı urbalı uğruları liderlerini dikkatle dinler, eylem ve propaganda üzerine derinleşirler. Dailerden ikisi belirgin bir şekilde öne çıkar ki bunlardan biri müthiş bir hatiptir, öbürü gözükara cengaver. Lider talebelerinin birazdan krize gireceğini bildiği için dersi kısa keser. Haşhaşiler köşelerine çekilir, çılgınlar gibi afyon tütsülerler. Tam o sırada nar çiçeği renkli elbiselere bürünmüş muhafız komutanı görünür, iki genci yanına çağırıp "ne mutlu size" der, "pirimiz Hasan Sabbah sizleri görmek ister!"

Çocuklar heyecanlanır, üstlerine başlarına çekidüzen verirler. Alel acele Sabbah'ın şatosuna götürülür, yüksek tavanlı koridorlardan geçer, altın şamdanlar ve kızıl kadifelerle döşenmiş muhteşem bir salona girerler.

Sahte cennet

Ya üç, ya beş dakika geçmiştir ki davullar vurulur, perdeler ard arda aralanır. Batınilerin önderi Hasan Sabbah dört zencinin taşıdığı tahtırevanla ortaya çıkar. Sırtında paha biçilmez bir pelerin vardır, sorgucundaki elmaslar göz alır. Bu sivri çeneli, gök gözlü adam ürkütücüdür ama gülümser. Hatta ellerini gençlerin omuzlarına koyar, "siz ikiniz arkadaşlarınıza fark attınız" der, "fedai olmaya hak kazandınız. Bunun karşılığını fazlasıyla alacaksınız!"

Hasan Sabbah gençlerin sırtına birer kızıl kaftan koyar, kuşaklarına tatlı tatlı şıngırdayan keseler sokar. Fidan boylu sakiler gelir gider, soğuk şerbetler sunarlar. Ancak ilk yudumda göz kapakları ağırlaşır ve hiç yaşamadıkları bir rahavet benliklerini sarar.

Gençler uyandıklarında gün kararmalı olmuştur. Kendilerini hayal bile edemeyecekleri bir bahçede bulurlar. Ağaçlar, çiçekler, kameriyeler... Eşi görülmemiş evler, hamamlar, kurnalar, yumuşak kadifeler, somaki mermerler... Duvarlarda hayalgücü yüksek ustaların yaptığı resimler... Bal, süt, şarap akan derecikler ve birbirinden alımlı güzeller. Kimi saz çalar kimi def döver kimi rakseder. Yelpaze sallayanlar, göz kırpanlar, gerdan kıranlar... Gençlerin önüne en güzel kebabları koyar, dallardan en olgun meyveleri koparırlar. Hele dolunay çıkıp ay ışığı havuzlarda yıkanmaya başlayınca gençler mest olur, kadehleri ard arda yuvarlarlar. Prenses edalı kızlar döner dolaşır bu nimetin Hasan Sabbah tarafından bahşedildiğini fısıldarlar. Gençler o kadar içerler sarhoş olup sızar, sabah kendilerini koğuşlarında bulurlar.

Akılları başlarına geldiğinde tekrar Hasan Sabbah'ın huzuruna çıkarılırlar. Batıni lideri onlara "Cenneti mi nasıl buldunuz" diye sorar. Gençler büyük bir şevkle "güzel bulduk" diye mırıldanırlar.

-Peki orada ebedi olarak kalmak istemez misiniz?

-Elbette isteriz.

-Öyleyse üstadınıza gidin, size vazifenizi öğretsin.

İki genç emredildiği gibi Musul'a gelir ama bir arada bulunmamaya özen gösterirler. Biri sefil bir dilenci kılığına girmiş, öbürü derviş hırkası giymiştir. Vazifeleri kolay değildir, Cuma günü Ulucami de, üstelik halkın gözü önünde ünlü Türk komutanı Emir Porsuk'u öldüreceklerdir. Eylem gününe kadar kenarda köşede pinekler, birbirlerini tanımazdan gelirler. Camiye farklı kapılardan girer efendi efendi boyun bükerler. Hutbeyi öylesine huşu içinde dinlerler ki aksakallı kocamışlar bile imrenir, üstüne basa basa "maşaallah" derler.

Camide cinayet

Porsuk Bey'in yanında muhafızları vardır, başındaki tolgaya, sırtındaki zırha bakılırsa böyle bir saldırıya hazırlıklıdır. Müezzin her zamanki gibi kamet getirir, cemaat her zaman ki gibi ayaklanır. Derviş kisveli dai muhafızların önüne geçer, dilenci kılıklı olanı bir hamlede emirin gırtlağını keser. Sanki suikast değil şov yaparlar. Katil gözlerini iri iri açıp sırıtarak paralanmayı beklerken, öbürü ulu perdeden nutuk atmaya başlar.

Bu ince bir planın ürünüdür, Porsuk Beyi safdışı etmekle kalmaz, halkı dehşet içinde bırakmayı başarırlar. Artık kimse hayatından emin değildir, beklenmedik yerde ve umulmadık zamanda saldırıya uğrayabilirler. İnsanlar korku ve şüpheyle yaşar, huzura hasret kalırlar. Hasan Sabbah efsane olur, koca koca beyleri haraca bağlar. Fedailer kervanları göstere göstere soyar, hac kafilelerini aşikare basarlar. Kadın çocuk demez müminleri dilim dilim doğrarlar.

Alamut Kalesi

Dehşet salarlar

Sabbah'ın fedaileri Selçukluların bilge veziri Nizamülmülk'ü halka açık bir iftar sofrasında katleder, Melikşah'ı zehirleyerek öldürürler. Bir gece Sultan Sencer'in yatak odasına kadar girer, onu başucuna bıraktıkları hançerle tehdit ederler. Öyle ya o hançeri (ki felaket zehirlidir) oraya kadar getiren adam, pekala sultana da saplayabilir.

O yıllarda Asya'yı dolanan Marco Polo, Alamut kalesini ve Sabbah'ın sahte cennetini hatıratına yazar. Batıni dailerin ünü bir anda ülkeler ötesine yayılır. Hoş batı dillerindeki "assassin" (katil) ve "assassination" (suikast) sözcükleri "haşhaşi"den gelmektedir. Başta Melikşah olmak üzere Sultan Berkyaruk ve Muhammed Tapar, Alamut'u düşürmek için çok uğraşırlar ancak kale çok sarptır ve Sabbah ambarlarını nevalesiz, sarnıçları susuz koymaz.

Peki kimdir bu Sabbah, hem bu eylemler kime yarar?

Hasan bin Ali, bizim bildiğimiz adıyla Hasan Sabbah Kum kentinde doğan bir İranlıdır, ancak o, Selçuklu ülkesinde yaşamanın nimetlerinden yararlanır, ciddi bir eğitim alır. Hatta efsane vezir Nizam-ül-mülk ve ünlü şair Ömer Hayyam'ın medrese arkadaşıdır. Alpaslan onu yakınında tutar, görünüşe bakılırsa iyi bir devlet memuru, belki de vali yapacaktır. Ancak o valilikle, vezirlikle doymayacak kadar hırslıdır. Yeni yeni arayışlar içine girer ve gider Batınilerin dâî-i a'zamı İbn-i Attâş'a kapılanır. Ardından Mısır'a kaçıp Fâtımî hükümdârı Mustansır-billah'a çalışır. Batınilerin en belirgin özelliği Eshâb-ı kirâm düşmanı olmalarıdır. Bunlar klasik Şia gruplarına benzemez, İmam olarak Câfer-i Sâdık Hazretlerinin oğlu İsmâil'i kabul etseler de ona da uymazlar. Biz Kur'ân-ı kerîm'in zâhirîyle değil bâtınıyla (özüyle) uğraşıyoruz der, kural kaide tanımazlar. Diğer dinlerden özellikle Hıristiyanlık ve Mecûsîlikten çok şey alır, Yunan felsefecileri ile bir Sasani devri komünisti olan Mejdek'in tesiri altında kalırlar. Şahsî tasarrufu yasaklar, "herşey herkesindir" der, aile hayatı yaşamazlar. Tenâsühe inanır, İmâmlara uluhiyet yakıştırırlar. Cebrâil Aleyhisselama "vahyi Hazret-i Ali'ye getirmek için emrolunmuştu. Muhammed'i kayırdı" diye iftira atarlar.

Batıniler, yedinci imama bağlılıklarından dolayı Seb'iyye; haramları mubah saydıklarından ötürü Hurûmiyye; kırmızı giyindikleri için Muhammira; kurucularından Hamdan Karmat'ın ismine nisbetle Karâmita; Bâbek Hurremî'ye tâbi oldukları için, Bâbekiyye ve uyuşturucu müptelası oldukları için Haşhaşiyye adını alırlar.

Dailer fedai olunca...

Batıniler dindarlarla uğraşmaz, cahillerin meyline ve keyfine göre konuşurlar. Başlangıçta herkesin inandığı şeyleri müdâfaa eder, yavaş yavaş "Allah'ın ibâdetimize ihtiyacı mı var? Mühim olan kalp temizliği" demeye başlarlar. Eskileri "gerici" diye yaftalar, gençleri kenarından köşesinden harama alıştırırlar. "Dâî" denen seyyar propagandacılar her taşın altından çıkar, Kûfe, Basra, İran, Yemen, Bahreyn ve Afrika'ya uzanırlar. Gittikleri yerlerde dervişliğe oynar, etliye sütlüye karışmaz, saygı uyandırırlar. Gizli gizli ihtilâf kaşır, ustalıkla fitne kaynatırlar. Bir ara Bahreyn bölgesinde Karmatî Devletini kurar, Müslümanlara görülmemiş eziyetler yaparlar. Mekke-i mükerremeyi yağma eder (H.317), Hacer-ül-Esvedi kaçırırlar. Batıniler kan dökücü ve ihtilalcidirler. Nitekim Mısır'da da iktidârı ele geçirerek Fâtımî Devletini kurarlar. El ezher'i merkez edinir, bilahare Nizârîler ve Müsta'lîler olmak üzere ikiye ayrılırlar.

İşte Hasan Sabbah Nizârîlerin başına geçer, sabırla çalışıp İran'a sızar. Şeytanın bile aklına gelmeyecek hilelerle Alamut Kalesini ele geçirir ve İsmaili Devletini kurar. Lâkin bu devlet çok cılızdır, düşmanlarının karşısına çıkıp meydan muharebesi yapamazlar. Gelgelelim terör estirmekte fevkalade ustadırlar.

Dilerseniz biraz daha gerilere gidelim. Batınilik ilk kez Mecûsî asıllı "Kaddah" tarafından kurulur, haçlılar bunları Selçuklulara karşı kullanırlar. O yıllarda Kudüs'e gelen manastır dernekleri (Gilde üyeleri) Batıni meslek kuruluşu "Fütüvve" mensuplarıyla karşılaşır ve kaynaşırlar. Haçlılar Kudüs'ü ele geçirmek için Fatımiler'le birlikte çalışırlar. Bu ittifak inanç birliğini de getirir ve Hıristiyanlıktan çok şey alırlar. Bugün Lübnan'da görülen Fatımi kalıntıları "Derezi" (Dürzü) adıyla anılırlar.

Haçlı-Batıni ittifakı

Selahattin Eyyubi Fatımi devletine son verince, "Batıni-Haçlı dayanışması" su yüzüne çıkar. Kudüs'te Kral Baudouin tarafından, Süleyman Mabedini korumakla görevlendirilen "İsa'nın Fakir Askerleri" yeni görevleri nedeniyle isimlerini değiştirip "Knights Templar" (Mabet Şövalyeleri) adını alırlar. Bunların lideri Şövalye De Payens piskopos Chiaravalle'nin yeğenidir ve Kabbalacılar adına mabedin temellerinde gömülü sırlara ulaşmaya çabalar.

Hasan Sabbah, Hugs De Payens ve arkadaşlarını Alamut Kalesi'nde ağırlar. Şövalyeler Sabbah'ın sistemine hayran olur, "örgüt, teori, propaganda" adına çok şey kapar, Batıni doktrinini esas alırlar. Aynen dailer ve fedailer gibi ketumiyet yemini eder, birbirlerini "kardeş" diye çağırırlar. Ancak bazı kardeşler "Serving Brothers" (hizmetçiler) üvey kalır, bazıları (Chaplaini ve Knight'lar) havvasa dahil olurlar. Bunlar da Batıniler gibi gizli işaretlerle anlaşır, parola ve semboller kullanırlar. Sadece Tapınak Şövalyeleri değil, Loyola tarafından kurulan Cizvit'ler de hiyerarşik yapılarıyla Haşhaşileri andırırlar. (Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam)

Sanırım kafanız karıştı, iki cümleyle özetlersek: Biiir: Batıniler haçlılarla kankadırlar. İkiii: Müslümanlarla uğraşır, inananları bunaltırlar.

Selçuklu Sultanları Alamut Kalesi'ni defalarca kuşatır ama almayı başaramazlar. Ama bakın şu işe ki Allahü teala onların başına da bir başka zalimi (Hülâgu'yu) sarar, Moğollar Alamut'a girer, daileri dağıtırlar.

Yörede barınamayan Batıniler 1'inci Ağa Hanın liderliğinde Hindistan'a sığınırlar. Günümüzde Batınilerin liderliğini Jet sosyetede çapkınlığı ile tanınan Kerim Ağa Han yapar. Fukara Hintliler onu altınla, elmasla tartar, çıtır çıtır yesin diye yüzmilyonlarca sterlini önüne koyarlar. Ağa Han da üç yılda bir verdiği "Mîmarlık Ödülü" ile dünya çapında şov yapar...

Ahmet Sırrı Arvas

Niyet Hayır,Akıbet Hayır

Niyet Hayır,Akıbet Hayır

Timûr Hân, henüz Belh Emîri'dir... O günlerde, hocası Şeyh Şemseddîn Gilâl'le beraber; aynı zamanda babası Emîr Turagay'ın da hocası olan Seyyîd Emîr Külâl (Gilâl) hazretlerini ziyâret için yola çıktılar... Giderken, yanında bir koyun götürmekte olan bir adama rastladılar. O da kendileri gibi Emîr Külâl hazretlerini ziyârete gidiyordu. Beraberce, ikâmet ettiği köye vardılar. Fakat ne hikmettir ki, Emîr Külâl'in evini soracak hiçbir kimse bulamadılar. Onlar araştırırken, birden karşılarına bir zat çıkıverdi. "Buyurun gidelim" diyerek onları götürdü... Emîr Külâl hazretlerinin evine varınca, kendilerine yol göstermek için karşılarına çıkan ve eve getiren kimsenin o mübarek zatın kendisi olduğunu anladılar. Hemen ellerine sarılıp;

-Efendim bizi affediniz, dışarıda karşılaştığımızda sizi tanıyamadık, dediler.

Emîr Külâl hazretleri de onlara şöyle buyurdu:

-Garip ve kimsesiz bir Allah dostunu ziyâret niyetiyle yola çıkan kimse, yolunu şaşırmaz, hatâ etmez!..

Sohbet esnasında, yanlarında gelen kimse, koyunu bırakınca, hayvan kaçmaya başladı. Adam da peşinden koşarken, Emîr Külâl hazretleri;

-Kendini yorma, otur! Birazdan gelir, dedi. Sonra misâfirlerle cemâat olup namaz kıldılar... Namazdan sonra oturmuşlardı ki, kaçan koyun gelip, yanlarında bir yerde durdu. Bundan sonra Emîr Külâl hazretleri şöyle dedi:

-Ey Şeyh Şemseddîn! Bir kimse Allahü teâlâya yönelir, onun rızâsını ararsa, Allahü teâlâ, onun her işini böyle rast getirir. O, rızâsını arayan kuluna kâfidir...

Bu hâdiseyi görüp hayran olan Şeyh Şemseddîn ve Emîr Timûr, Emîr Külâl hazretlerine tam bir bağlılık ile bağlanıp, kendilerine himmet etmesini istediler. Emîr Külâl de, onları manevî evlâtlığa kabûl ettiğini söyleyip, teveccüh etti. Emîr Timûr'un yetiştirilmesini Şeyh Şemseddîn'e havale etti. O da Emîr Timûr'un yetişmesinde titizlik gösterip, ona daha çok ihtimâm gösterdi...

İşte Timûr Han'ın, hâlis niyeti, âlimlere, Allah adamlarına olan sevgisi, bağlılığı ve her işinde onlarla istişare etmesi; onu, büyük cihangir ve dünyânın en büyük hükümdârlarından yapmıştır...

Din büyükleri ne buyurmuşlar: Niyet hayır, âkıbet hayır...

Niyet Hayır,Akıbet Hayır

Timûr Hân, henüz Belh Emîri'dir... O günlerde, hocası Şeyh Şemseddîn Gilâl'le beraber; aynı zamanda babası Emîr Turagay'ın da hocası olan Seyyîd Emîr Külâl (Gilâl) hazretlerini ziyâret için yola çıktılar... Giderken, yanında bir koyun götürmekte olan bir adama rastladılar. O da kendileri gibi Emîr Külâl hazretlerini ziyârete gidiyordu. Beraberce, ikâmet ettiği köye vardılar. Fakat ne hikmettir ki, Emîr Külâl'in evini soracak hiçbir kimse bulamadılar. Onlar araştırırken, birden karşılarına bir zat çıkıverdi. "Buyurun gidelim" diyerek onları götürdü... Emîr Külâl hazretlerinin evine varınca, kendilerine yol göstermek için karşılarına çıkan ve eve getiren kimsenin o mübarek zatın kendisi olduğunu anladılar. Hemen ellerine sarılıp;

-Efendim bizi affediniz, dışarıda karşılaştığımızda sizi tanıyamadık, dediler.

Emîr Külâl hazretleri de onlara şöyle buyurdu:

-Garip ve kimsesiz bir Allah dostunu ziyâret niyetiyle yola çıkan kimse, yolunu şaşırmaz, hatâ etmez!..

Sohbet esnasında, yanlarında gelen kimse, koyunu bırakınca, hayvan kaçmaya başladı. Adam da peşinden koşarken, Emîr Külâl hazretleri;

-Kendini yorma, otur! Birazdan gelir, dedi. Sonra misâfirlerle cemâat olup namaz kıldılar... Namazdan sonra oturmuşlardı ki, kaçan koyun gelip, yanlarında bir yerde durdu. Bundan sonra Emîr Külâl hazretleri şöyle dedi:

-Ey Şeyh Şemseddîn! Bir kimse Allahü teâlâya yönelir, onun rızâsını ararsa, Allahü teâlâ, onun her işini böyle rast getirir. O, rızâsını arayan kuluna kâfidir...

Bu hâdiseyi görüp hayran olan Şeyh Şemseddîn ve Emîr Timûr, Emîr Külâl hazretlerine tam bir bağlılık ile bağlanıp, kendilerine himmet etmesini istediler. Emîr Külâl de, onları manevî evlâtlığa kabûl ettiğini söyleyip, teveccüh etti. Emîr Timûr'un yetiştirilmesini Şeyh Şemseddîn'e havale etti. O da Emîr Timûr'un yetişmesinde titizlik gösterip, ona daha çok ihtimâm gösterdi...

İşte Timûr Han'ın, hâlis niyeti, âlimlere, Allah adamlarına olan sevgisi, bağlılığı ve her işinde onlarla istişare etmesi; onu, büyük cihangir ve dünyânın en büyük hükümdârlarından yapmıştır...

Din büyükleri ne buyurmuşlar: Niyet hayır, âkıbet hayır...

"Siz Hangi Ağızla Dua Ettiniz?" Ebül-Hasan Harkânî hazretleri,

"Siz Hangi Ağızla Dua Ettiniz?" Ebül-Hasan Harkânî hazretleri,


Ebül-Hasan Harkânî hazretleri, insanları Hak yoluna dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerdendir. Kendisinden ilim öğrenmek için, dünyanın her yerinden gençler geliyordu. Altı aylık yoldan gelen talebeleri bile vardı. Onlara senede bir kere izin veriyordu mübarek. Memleketlerine gitsin, anasını babasını ziyâret etsinler, diye...

İşte yine böyle bir izin zamânı gelmiş, kâfile hâlinde 20-30 talebesini yolcu ediyordu. Onlara buyurdu ki:

-Dağlardan ormanlardan geçerken eşkıyâlar size baskın yaparsa, "Yâ Ebel-Hasen" diyerek beni hatırlayın!



Kafile yola çıkıyor. Hakîkaten giderken gece eşkıyâlar bunlara hücum ediyor. Her şeylerini alıyorlar ellerinden... Sabahleyin bakıyorlar ki, hiçbirinde ne hayvan kalmış, ne eşya!..



Fakat o da ne! İçlerinden birisine hiçbir şey olmamış! Hayvanı da duruyor, eşyaları da! Demişler ki:

-Yâhu arkadaş, gece olanlardan haberin yok mu senin?



-Vallâ, bir çığlık duydum, baskına uğradığımızı anladım. Hocamız bize "Eşkıyâlar gelince 'Yâ Ebel-Hasen!' deyin" demişti. Ben de "Yetiş yâ Ebel-Hasen!" dedim, onlar beni hiç görmedi bile!..



Evet, arkadaşları haydutları görünce, hocalarının dediğini unutmuşlardı. "Allah'ım! Bizi kurtar, yâ Rabbî! bizi kurtar" demişler, Allahü teâlâya yalvarmışlardı. Ancak "Yâ Ebel-Hasen" diyen kurtulmuştu. Yâ Allah, Yâ Rabbî diyen soyulmuştu...

Bu hâlde tabii ki memlekete gidilmezdi. Hemen dergâha dönmüşlerdi... Hocaları Ebel-Hasen'e hadiseyi anlatmışlar ve;

-Efendim, biz "Yâ Allah!" dedik, "Yâ Rabbî!" dedik, soyulduk. Bu arkadaşımız, "Yâ Ebel-Hasen!" dedi kurtuldu. Bunun sebebi nedir? diye sordular. Hocaları da bu durumu şöyle izah etti onlara:

-Ey talebelerim! Siz, "yâ Allah!" diyerek, hangi ağızla yalvardınız? Yalan söyleyen ağızla! Dedikodu yapan, gıybet yapan ağızla! Haram yiyen ağızla!.. Haram yiyen ağızla, haram çıkan ağızla yapılan duâ kabul olur mu hiç!.. Ebel-Hasen haram yemez, haram söylemez, gıybet etmez, dedikodu yapmaz, haram çıkmaz ağzından. Arkadaşınız için yaptığım duayı Allahü teala kabul etti ve onu eşkıyadan korudu. İşte bu işin sebeb-i hikmeti budur!..

"Siz Hangi Ağızla Dua Ettiniz?" Ebül-Hasan Harkânî hazretleri,


Ebül-Hasan Harkânî hazretleri, insanları Hak yoluna dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerdendir. Kendisinden ilim öğrenmek için, dünyanın her yerinden gençler geliyordu. Altı aylık yoldan gelen talebeleri bile vardı. Onlara senede bir kere izin veriyordu mübarek. Memleketlerine gitsin, anasını babasını ziyâret etsinler, diye...

İşte yine böyle bir izin zamânı gelmiş, kâfile hâlinde 20-30 talebesini yolcu ediyordu. Onlara buyurdu ki:

-Dağlardan ormanlardan geçerken eşkıyâlar size baskın yaparsa, "Yâ Ebel-Hasen" diyerek beni hatırlayın!



Kafile yola çıkıyor. Hakîkaten giderken gece eşkıyâlar bunlara hücum ediyor. Her şeylerini alıyorlar ellerinden... Sabahleyin bakıyorlar ki, hiçbirinde ne hayvan kalmış, ne eşya!..



Fakat o da ne! İçlerinden birisine hiçbir şey olmamış! Hayvanı da duruyor, eşyaları da! Demişler ki:

-Yâhu arkadaş, gece olanlardan haberin yok mu senin?



-Vallâ, bir çığlık duydum, baskına uğradığımızı anladım. Hocamız bize "Eşkıyâlar gelince 'Yâ Ebel-Hasen!' deyin" demişti. Ben de "Yetiş yâ Ebel-Hasen!" dedim, onlar beni hiç görmedi bile!..



Evet, arkadaşları haydutları görünce, hocalarının dediğini unutmuşlardı. "Allah'ım! Bizi kurtar, yâ Rabbî! bizi kurtar" demişler, Allahü teâlâya yalvarmışlardı. Ancak "Yâ Ebel-Hasen" diyen kurtulmuştu. Yâ Allah, Yâ Rabbî diyen soyulmuştu...

Bu hâlde tabii ki memlekete gidilmezdi. Hemen dergâha dönmüşlerdi... Hocaları Ebel-Hasen'e hadiseyi anlatmışlar ve;

-Efendim, biz "Yâ Allah!" dedik, "Yâ Rabbî!" dedik, soyulduk. Bu arkadaşımız, "Yâ Ebel-Hasen!" dedi kurtuldu. Bunun sebebi nedir? diye sordular. Hocaları da bu durumu şöyle izah etti onlara:

-Ey talebelerim! Siz, "yâ Allah!" diyerek, hangi ağızla yalvardınız? Yalan söyleyen ağızla! Dedikodu yapan, gıybet yapan ağızla! Haram yiyen ağızla!.. Haram yiyen ağızla, haram çıkan ağızla yapılan duâ kabul olur mu hiç!.. Ebel-Hasen haram yemez, haram söylemez, gıybet etmez, dedikodu yapmaz, haram çıkmaz ağzından. Arkadaşınız için yaptığım duayı Allahü teala kabul etti ve onu eşkıyadan korudu. İşte bu işin sebeb-i hikmeti budur!..

Altay Ellerinde Bir Kahraman Osman Batur

Altay Ellerinde Bir Kahraman Osman Batur


Altay dağlarında farklı bir rüzgâr vardı bugün. Her kişinin değil, er kişinin geçmeyi göze alabildiği bu dağlarda, mücadeleci bir rüzgârdı. Sırtı Altay'da, durmaksızın ilerliyor, Türkistan'ı aşıyor, Çin kapılarını aşındırıyordu bu rüzgâr.

Osman Batur (Osman İslamoğlu), Altay Dağları'ndan, Aytuvgan boyundandır. 1899 yılında Altay vilayeti, Köktogay ilçesi, Ondirkara köyünde dünyaya gelmiştir. Altay Kazaklarından, orta halli bir çiftçi olan İslam Bey'in oğludur. Kabiliyetli ve mücadeleci bu yiğit, Kazak Türklerinin büyük kahramanlarından olan Böke Batur'dan eğitim almıştır.

"Zulüm ve işkence insan hayatına en ağır darbe... Hele de bu zulüm, inanılan, uğruna nice canlar feda edilen değerlere karşı yapılıyorsa... Doğu Türkistan'da 1930'lu yıllarda yine böyle bir zulüm vardı.

Esasen zulüm asırlar boyu devam ediyordu. Bu zulüm insanların dinlerine, inançlarına, ülkülerine darbeler vuruyordu. Ama onları yıldıramıyordu. Çünkü her defasında farklı bir Altay rüzgârı bu insanlara arka çıkıyordu, zulüme karşı duruyordu..."

Bir taraftan Sovyet Rusya, diğer yandan Çin, büyük baskılarla, bölge üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyorlardı. Bağımsız bir Doğu Türkistan hükümeti de yoktu. Alihan Töre devrilmiş, yerine Sovyet yanlısı bir hükümet başkanı ve kabinesi getirilmişti.

Çin ise, zaten bu bölgeyi kendi sınırlarında görüyor, bölgeye idareciler ve askerler gönderiyordu. Durum vahimdi. Bu iki ordu da Doğu Türkistan'ın bağımsızlığına ve insanlarının inancına düşman bir şekilde yargısız infazlar, katliamlar gerçekleştiriyordu. İşte Osman Batur, böyle bir zulüme karşı mücadele başlattı.

"Doğruyu biliyorsunuz, inanıyorsunuz, bu doğru için savaşıyorsunuz. Ve bu doğru o kadar çok kişinin doğrusu ki... Fakat işin zor kısmı, bu insanlara doğrularını, doğrularına sahip çıkmayı anlatmak, mücadeleye onları da katabilmekti.

Altay'ın güçlü rüzgârı bu zoru aşıyordu. Kendi rüzgârına nice küçük rüzgârlar, meltemler katıyor ve yıkıcı bir fırtınaya dönüşüyordu."

Osman Batur'un mücadelesi kolay bir mücadele değildi. Bir avuç insanla, haklı davası uğruna, kalabalık ordulara meydan okuyor, savaşıyordu. Mücadeleden haberdar olan onlarca Kazak ve Uygur boyu ulaklar gönderiyor, desteklerini bildiriyor ve bir bir mücadele katılıyorlardı.

"Vatan kutsalındır. Bülbül ve altın kafes misali, vazgeçemezsin. Çünkü bura varsa sen varsındır. Bura yoksa, vücudun vardır elbet, ama ruhun, benliğin ve seni sen yapanların da yok olmuştur.

Ne kadar yorulsa da, yıpransa da, Altay rüzgârı bu diyarları bırakmıyordu. Biliyordu bir dursa, bıraksa esmeyi, ne kuruyan ağaçlar ılgın bahar rüzgârıyla yeşerecek, ne çiçekler renklere bürünecek, ne de toprak sıcak umutlara hazır olabilecekti."

Çin ordusunun Osman Batur'a olan düşmanlığı gün geçtikçe artıyordu. Gözlerini öyle bir kan bürümüştü ki, Osman Batur'a ulaşmak ve onu ele geçirmek uğruna, bütün bir milleti katletmekten çekinmiyorlardı. Özellikle Osman Batur mücadelesine destek veren öncü insanlar bir bir yakalanıyor, işkencelere maruz kalıyor, ardından vilayet meydanlarında idam ediliyorlardı.

Durum dayanılmayacak bir hal alınca, insanlar göçü düşünmeye başladılar. Ama göç etmek, vatanını bırakıp başka diyarlara gitmek, Çin'e karşı mücadele etmek kadar zordu. Coğrafya çetindi. Geçilecek koca çöller, aşılacak engin dağlar vardı.

Osman Batur'a da teklifler sunuldu. Dünya'da yankı bulan bu mücadeleyi duyan ülkeler bir bir davette bulunuyor, onu diyarlarına çağırdı. Ama Osman Batur bu ihtimali hiç düşünmedi. Çünkü o, artık bir mücadelenin ismiydi. O giderse buralar sahipsiz kalacak, inançlar kırılacaktı. Kazak Türkleri ve belki de Doğu Türkistan kaybedecekti. Hem burada kalıp mücadele etmesi, sonunda ölüm olsa bile, yapılan mücadele için bir kazançtı.

"Altay rüzgârı durdu. Önüne setler çekildi, duvarlar örüldü. Nice dağları aşan, duvarlar yıkan bu rüzgâr yorulmuştu artık. Hem eksilmişti de, yardımcı rüzgârlardan başka diyarlarda esmeye başlayanlar olmuştu.

Ama o hep burada kaldı. Şimdi durmuştu fakat bir gerçek vardı ki, yiğit rüzgârın dilden dile yüzyıllarca anlatılacak olan bu mücadelesi, ardından kopacak fırtınalara, mücadeleci rüzgârlara öncü olacaktı."

Osman Batur esir düştü!...

Tükenen cephane Batur'u zayıf düşürdü. Yakalanışının ardından Urumçi'de bir hapishaneye gönderildi. Hücreye kapatıldı. Günlerce Urumçi sokaklarında, saçı sakalı şekilsizce kesilmiş halde gezdirildi, küçük düşürüldü, ihanete uğradığı insanların hakaretleriyle karşılaştı.

Kurmaca bir mahkemede, usulsüzce, taraflı bir şekilde yargılandı. Belki bir tuzaktı ama, suçunu kabul etmesi halinde serbest bırakılacağı, korunacağı söylendi.

Osman Batur, davasının haklı olduğunu biliyordu. Hiçbir şekilde sözünü esirgemedi, mücadele için yaptıklarını inkâr etmedi. Mahkeme sonucunda ise idama mahkûm edildi.

Osman'ın hapishaneden kaçabileceği ihtimali, rütbeli Çinlileri saran en büyük korkulardan biriydi. Bu rütbelilerin içinde, Osman in, Japonlardan ve Ruslardan askeri eğitim aldığını düşünenler çoktu.

Bütün bu korkular, hapishanenin her köşe başında onlarca asker tarafında korunmasına sebeb oluyordu.

Tarih 28 Nisan 1951'i gösteriyordu. Güneşli bahar günleri yerini kara bulutlara bırakmıştı. Hava yas kokuyordu. Osman Batur yüzlerce asker eşliğinde meydana getirildi. Ölüme yaklaştığını hissetti Osman. Ama içi çok rahattı. Ömrünü Hakk'a, dinine ve milletine adamıştı ve bu uğurda can verecekti.

Kurşuna dizilecek olan Batur'dan, ateş edecek askerlere sırtını dönmesi istendi. Ama o bunu kabul etmedi. Yüzünü döndü, göğsünü gerdi. Başı dikti her zamanki gibi. Söylediği sözler ise çok manidardı: "Ben can verebilirim. Millettim, dünya durdukça mücadeleye devam edecektir."

Ve askerlere askerlere emir verildi, Batur Kelime-i şehadet getirdi... Osman Batur, adı gibi yiğit bu kahraman, terk eyledi dünyayı ve Hakk'a kavuştu. Ardında ise ışığı hiç sönmeyecek haklı bir yol bıraktı. Ruhu şad olsun.

Alparslan Ertenlice

Altay Ellerinde Bir Kahraman Osman Batur


Altay dağlarında farklı bir rüzgâr vardı bugün. Her kişinin değil, er kişinin geçmeyi göze alabildiği bu dağlarda, mücadeleci bir rüzgârdı. Sırtı Altay'da, durmaksızın ilerliyor, Türkistan'ı aşıyor, Çin kapılarını aşındırıyordu bu rüzgâr.

Osman Batur (Osman İslamoğlu), Altay Dağları'ndan, Aytuvgan boyundandır. 1899 yılında Altay vilayeti, Köktogay ilçesi, Ondirkara köyünde dünyaya gelmiştir. Altay Kazaklarından, orta halli bir çiftçi olan İslam Bey'in oğludur. Kabiliyetli ve mücadeleci bu yiğit, Kazak Türklerinin büyük kahramanlarından olan Böke Batur'dan eğitim almıştır.

"Zulüm ve işkence insan hayatına en ağır darbe... Hele de bu zulüm, inanılan, uğruna nice canlar feda edilen değerlere karşı yapılıyorsa... Doğu Türkistan'da 1930'lu yıllarda yine böyle bir zulüm vardı.

Esasen zulüm asırlar boyu devam ediyordu. Bu zulüm insanların dinlerine, inançlarına, ülkülerine darbeler vuruyordu. Ama onları yıldıramıyordu. Çünkü her defasında farklı bir Altay rüzgârı bu insanlara arka çıkıyordu, zulüme karşı duruyordu..."

Bir taraftan Sovyet Rusya, diğer yandan Çin, büyük baskılarla, bölge üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışıyorlardı. Bağımsız bir Doğu Türkistan hükümeti de yoktu. Alihan Töre devrilmiş, yerine Sovyet yanlısı bir hükümet başkanı ve kabinesi getirilmişti.

Çin ise, zaten bu bölgeyi kendi sınırlarında görüyor, bölgeye idareciler ve askerler gönderiyordu. Durum vahimdi. Bu iki ordu da Doğu Türkistan'ın bağımsızlığına ve insanlarının inancına düşman bir şekilde yargısız infazlar, katliamlar gerçekleştiriyordu. İşte Osman Batur, böyle bir zulüme karşı mücadele başlattı.

"Doğruyu biliyorsunuz, inanıyorsunuz, bu doğru için savaşıyorsunuz. Ve bu doğru o kadar çok kişinin doğrusu ki... Fakat işin zor kısmı, bu insanlara doğrularını, doğrularına sahip çıkmayı anlatmak, mücadeleye onları da katabilmekti.

Altay'ın güçlü rüzgârı bu zoru aşıyordu. Kendi rüzgârına nice küçük rüzgârlar, meltemler katıyor ve yıkıcı bir fırtınaya dönüşüyordu."

Osman Batur'un mücadelesi kolay bir mücadele değildi. Bir avuç insanla, haklı davası uğruna, kalabalık ordulara meydan okuyor, savaşıyordu. Mücadeleden haberdar olan onlarca Kazak ve Uygur boyu ulaklar gönderiyor, desteklerini bildiriyor ve bir bir mücadele katılıyorlardı.

"Vatan kutsalındır. Bülbül ve altın kafes misali, vazgeçemezsin. Çünkü bura varsa sen varsındır. Bura yoksa, vücudun vardır elbet, ama ruhun, benliğin ve seni sen yapanların da yok olmuştur.

Ne kadar yorulsa da, yıpransa da, Altay rüzgârı bu diyarları bırakmıyordu. Biliyordu bir dursa, bıraksa esmeyi, ne kuruyan ağaçlar ılgın bahar rüzgârıyla yeşerecek, ne çiçekler renklere bürünecek, ne de toprak sıcak umutlara hazır olabilecekti."

Çin ordusunun Osman Batur'a olan düşmanlığı gün geçtikçe artıyordu. Gözlerini öyle bir kan bürümüştü ki, Osman Batur'a ulaşmak ve onu ele geçirmek uğruna, bütün bir milleti katletmekten çekinmiyorlardı. Özellikle Osman Batur mücadelesine destek veren öncü insanlar bir bir yakalanıyor, işkencelere maruz kalıyor, ardından vilayet meydanlarında idam ediliyorlardı.

Durum dayanılmayacak bir hal alınca, insanlar göçü düşünmeye başladılar. Ama göç etmek, vatanını bırakıp başka diyarlara gitmek, Çin'e karşı mücadele etmek kadar zordu. Coğrafya çetindi. Geçilecek koca çöller, aşılacak engin dağlar vardı.

Osman Batur'a da teklifler sunuldu. Dünya'da yankı bulan bu mücadeleyi duyan ülkeler bir bir davette bulunuyor, onu diyarlarına çağırdı. Ama Osman Batur bu ihtimali hiç düşünmedi. Çünkü o, artık bir mücadelenin ismiydi. O giderse buralar sahipsiz kalacak, inançlar kırılacaktı. Kazak Türkleri ve belki de Doğu Türkistan kaybedecekti. Hem burada kalıp mücadele etmesi, sonunda ölüm olsa bile, yapılan mücadele için bir kazançtı.

"Altay rüzgârı durdu. Önüne setler çekildi, duvarlar örüldü. Nice dağları aşan, duvarlar yıkan bu rüzgâr yorulmuştu artık. Hem eksilmişti de, yardımcı rüzgârlardan başka diyarlarda esmeye başlayanlar olmuştu.

Ama o hep burada kaldı. Şimdi durmuştu fakat bir gerçek vardı ki, yiğit rüzgârın dilden dile yüzyıllarca anlatılacak olan bu mücadelesi, ardından kopacak fırtınalara, mücadeleci rüzgârlara öncü olacaktı."

Osman Batur esir düştü!...

Tükenen cephane Batur'u zayıf düşürdü. Yakalanışının ardından Urumçi'de bir hapishaneye gönderildi. Hücreye kapatıldı. Günlerce Urumçi sokaklarında, saçı sakalı şekilsizce kesilmiş halde gezdirildi, küçük düşürüldü, ihanete uğradığı insanların hakaretleriyle karşılaştı.

Kurmaca bir mahkemede, usulsüzce, taraflı bir şekilde yargılandı. Belki bir tuzaktı ama, suçunu kabul etmesi halinde serbest bırakılacağı, korunacağı söylendi.

Osman Batur, davasının haklı olduğunu biliyordu. Hiçbir şekilde sözünü esirgemedi, mücadele için yaptıklarını inkâr etmedi. Mahkeme sonucunda ise idama mahkûm edildi.

Osman'ın hapishaneden kaçabileceği ihtimali, rütbeli Çinlileri saran en büyük korkulardan biriydi. Bu rütbelilerin içinde, Osman in, Japonlardan ve Ruslardan askeri eğitim aldığını düşünenler çoktu.

Bütün bu korkular, hapishanenin her köşe başında onlarca asker tarafında korunmasına sebeb oluyordu.

Tarih 28 Nisan 1951'i gösteriyordu. Güneşli bahar günleri yerini kara bulutlara bırakmıştı. Hava yas kokuyordu. Osman Batur yüzlerce asker eşliğinde meydana getirildi. Ölüme yaklaştığını hissetti Osman. Ama içi çok rahattı. Ömrünü Hakk'a, dinine ve milletine adamıştı ve bu uğurda can verecekti.

Kurşuna dizilecek olan Batur'dan, ateş edecek askerlere sırtını dönmesi istendi. Ama o bunu kabul etmedi. Yüzünü döndü, göğsünü gerdi. Başı dikti her zamanki gibi. Söylediği sözler ise çok manidardı: "Ben can verebilirim. Millettim, dünya durdukça mücadeleye devam edecektir."

Ve askerlere askerlere emir verildi, Batur Kelime-i şehadet getirdi... Osman Batur, adı gibi yiğit bu kahraman, terk eyledi dünyayı ve Hakk'a kavuştu. Ardında ise ışığı hiç sönmeyecek haklı bir yol bıraktı. Ruhu şad olsun.

Alparslan Ertenlice

Men Sabere Zafire (Hazreti Rabianın Örnek Hayatı )

Men Sabere Zafire (Hazreti Rabianın Örnek Hayatı )


Mısır'da direnişçilerin Râbia Adeviyye meydanını mekân tuttuğunu biliyorsunuz. Şüphesiz içinizden merak edenler olmuş Rabia tül Adeviyye hazretleri hakkında okumuştur. Müsaade ederseniz birkaç kelime de biz yazalım satırlarımız bereketlensin onun nurlu adıyla…

Hazret-i Rabia, Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) sohbetlerine kavuşamasa da sahabe-i kiramın hayatta olduğu devre ulaşıyor. Ki biz tâbiîn diyoruz onlara.

Babası üç kızı olan Basralı bir garip, bir kızı daha olunca ona Rabiâ (dördüncü) adını veriyor. Elde yok, avuçta yok zahire bakılırsa aileyi sıkıntılı günler bekliyor. Hanımı "bari komşuya git de biraz kandil yağı iste" diyor. O güne kadar kuldan bir şey istemiş değil, gidiyor ama yine isteyemiyor. Eli boş dönüp boynunu büküyor. Mahzun mahzun uykuya dalıyor. Rüyasında kimi görse iyi… Bir bakıyor yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Serverin huzurunda.

Efendimiz ona "üzülme Rabia öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek" buyuruyor. Şimdi eline bir kâğıd al ve Basra vâlisi Îsâ Zâdân'a hitaben yaz: "Sen her gece Resulullaha yüz salevât-ı şerîfe gönderirdin, dün gece unuttun. Keffâret olarak, bu yazıyı getiren zâta şu kadar altın bağışla!"

Resulullah efendimizin emriyle yazılmış bir mektup. Kim heyecanlanmaz ki Vâli heyecanlanmaya… Eh ailenin ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılıyor tabii, Rabia da Basra alimelerinden dersler alıyor. İlim ve hikmetle donanıyor.

Ancak daha çocuk yaşlarda anne ve babasını kaybediyor. Ablaları evlenip uzak diyarlara gidiyor. Kalıyor mu koca Basra'da bir başına… Nasıl da kıtlık var o yıllarda…

Derken efendim esir tüccarının biri garibi yakalayıp zincire vuruyor, nasıl olsa arayanı soranı yok, malı gibi pazara çıkarıyor. Altı gümüşe bir ihtiyara satıyor. Evin bütün işini küçük kız görüyor. Çamaşır, bulaşık, yemek, temizlik, omuzlarına çöküyor. Gün boyu oturmuyor, ihtiyar bir şey emreder diye ayakta bekliyor. Allahü teãlânın takdiri deyip sabrediyor. Sahibinin bir dediğini iki etmiyor.

Bu arada gündüzleri oruç geceleri ibadet ile geçiriyor. Öyle takva ehli ki bir gün eve gelen yabancıya görünmemek için sakınırken düşüp kolunu kırıyor. Tabii kimse onu hekimlere götürmüyor, kolu merhemlerle ovulup, sarılmıyor. Bir yandan işine devam ediyor bir yandan kırık kemiğinin acısına katlanıyor. Tek dileği Rabbinin rızası, sadece iyi bir kul olmaya çabalıyor.

Efendisi bir gece uyanıyor Rabia'ya kandil verdiğini hatırlamıyor ama odasından hüzme hüzme ışık sızıyor. Hazret-i Rabia ellerini açmış "Ya Rabbi" diyor, "eğer elimden gelse, sana ibâdetten bir ân geri kalmam. Lakin hizmetini görmem gereken insanlar olmasa…

Başının üzerinde bir kandil, zincirsiz urgansız havada duruyor...

İhtiyar bakıyor kölesi çok farklı, onu azat ediyor.

Rabia bir kulübe bulup yerleşiyor, bir yırtık hasır, bir kerpiç yastık, bir tabak ve bardak ediniyor.

Günlerini taatle geçiriyor. O gün oruçlu ve tam bir haftadır bir şey girmemiş boğazına. Kapı çalınıyor biri yemek getiriyor. Gidip mumu alayım derken kedi yemeği döküyor, kurtarayım derken bardak kırılıyor, bardağa yöneliyor, mum sönüyor.

Sabır sabır sabır…

İnsan derdini sever mi? O seviyor. Zaten kefenini seccade yapan bir zahide, "olacağı olmuş bilmeli" deyip ölüme hazırlanıyor. Basra'nın zenginleri onu saraylarda kasırlarda yaşatacak güçte ama kimseden bir şey istemiyor.

Hatta halini Allahü tealaya bile arz etmekten hicap duyuyor. "Öyle ya O zaten biliyor…"

Hakk Teâlâ neyi nasıl dilediyse ben de onu istiyorum' diyor. Ve mana yolunda yürüyüp manevi mertebelere kavuşuyor.

Onun derecesini şuradan anlayın ki Hasen-i Basri, Süfyan-ı Sevri ve Malik bin Dinar gibi büyükler feyzinden hissedar olmaya çalışıyor.

Râbia-tül Adeviyye, "Niye evlenmiyorsun?" diye soranlara. "Acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim? Kıyâmet gününde amel defterim ne taraftan verilecek? Bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, ben hangisinde bulunacağım? Söyleyin böylesine büyük dertleri olan biri nasıl hizmet etsin kocsına?

Hazret-i Rabia'nın hacc seyahati de çileli geçiyor. Açlık, susuzluk, dermansız dizler, ölen merkep, kaybolan kafile…

Yine aczini hissediyor. Yine sabrediyor!

Ethem Mahmut Ziya

Men Sabere Zafire (Hazreti Rabianın Örnek Hayatı )


Mısır'da direnişçilerin Râbia Adeviyye meydanını mekân tuttuğunu biliyorsunuz. Şüphesiz içinizden merak edenler olmuş Rabia tül Adeviyye hazretleri hakkında okumuştur. Müsaade ederseniz birkaç kelime de biz yazalım satırlarımız bereketlensin onun nurlu adıyla…

Hazret-i Rabia, Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) sohbetlerine kavuşamasa da sahabe-i kiramın hayatta olduğu devre ulaşıyor. Ki biz tâbiîn diyoruz onlara.

Babası üç kızı olan Basralı bir garip, bir kızı daha olunca ona Rabiâ (dördüncü) adını veriyor. Elde yok, avuçta yok zahire bakılırsa aileyi sıkıntılı günler bekliyor. Hanımı "bari komşuya git de biraz kandil yağı iste" diyor. O güne kadar kuldan bir şey istemiş değil, gidiyor ama yine isteyemiyor. Eli boş dönüp boynunu büküyor. Mahzun mahzun uykuya dalıyor. Rüyasında kimi görse iyi… Bir bakıyor yüzü suyu hürmetine kainatın yaratıldığı Serverin huzurunda.

Efendimiz ona "üzülme Rabia öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek" buyuruyor. Şimdi eline bir kâğıd al ve Basra vâlisi Îsâ Zâdân'a hitaben yaz: "Sen her gece Resulullaha yüz salevât-ı şerîfe gönderirdin, dün gece unuttun. Keffâret olarak, bu yazıyı getiren zâta şu kadar altın bağışla!"

Resulullah efendimizin emriyle yazılmış bir mektup. Kim heyecanlanmaz ki Vâli heyecanlanmaya… Eh ailenin ihtiyaçlarını fazlasıyla karşılıyor tabii, Rabia da Basra alimelerinden dersler alıyor. İlim ve hikmetle donanıyor.

Ancak daha çocuk yaşlarda anne ve babasını kaybediyor. Ablaları evlenip uzak diyarlara gidiyor. Kalıyor mu koca Basra'da bir başına… Nasıl da kıtlık var o yıllarda…

Derken efendim esir tüccarının biri garibi yakalayıp zincire vuruyor, nasıl olsa arayanı soranı yok, malı gibi pazara çıkarıyor. Altı gümüşe bir ihtiyara satıyor. Evin bütün işini küçük kız görüyor. Çamaşır, bulaşık, yemek, temizlik, omuzlarına çöküyor. Gün boyu oturmuyor, ihtiyar bir şey emreder diye ayakta bekliyor. Allahü teãlânın takdiri deyip sabrediyor. Sahibinin bir dediğini iki etmiyor.

Bu arada gündüzleri oruç geceleri ibadet ile geçiriyor. Öyle takva ehli ki bir gün eve gelen yabancıya görünmemek için sakınırken düşüp kolunu kırıyor. Tabii kimse onu hekimlere götürmüyor, kolu merhemlerle ovulup, sarılmıyor. Bir yandan işine devam ediyor bir yandan kırık kemiğinin acısına katlanıyor. Tek dileği Rabbinin rızası, sadece iyi bir kul olmaya çabalıyor.

Efendisi bir gece uyanıyor Rabia'ya kandil verdiğini hatırlamıyor ama odasından hüzme hüzme ışık sızıyor. Hazret-i Rabia ellerini açmış "Ya Rabbi" diyor, "eğer elimden gelse, sana ibâdetten bir ân geri kalmam. Lakin hizmetini görmem gereken insanlar olmasa…

Başının üzerinde bir kandil, zincirsiz urgansız havada duruyor...

İhtiyar bakıyor kölesi çok farklı, onu azat ediyor.

Rabia bir kulübe bulup yerleşiyor, bir yırtık hasır, bir kerpiç yastık, bir tabak ve bardak ediniyor.

Günlerini taatle geçiriyor. O gün oruçlu ve tam bir haftadır bir şey girmemiş boğazına. Kapı çalınıyor biri yemek getiriyor. Gidip mumu alayım derken kedi yemeği döküyor, kurtarayım derken bardak kırılıyor, bardağa yöneliyor, mum sönüyor.

Sabır sabır sabır…

İnsan derdini sever mi? O seviyor. Zaten kefenini seccade yapan bir zahide, "olacağı olmuş bilmeli" deyip ölüme hazırlanıyor. Basra'nın zenginleri onu saraylarda kasırlarda yaşatacak güçte ama kimseden bir şey istemiyor.

Hatta halini Allahü tealaya bile arz etmekten hicap duyuyor. "Öyle ya O zaten biliyor…"

Hakk Teâlâ neyi nasıl dilediyse ben de onu istiyorum' diyor. Ve mana yolunda yürüyüp manevi mertebelere kavuşuyor.

Onun derecesini şuradan anlayın ki Hasen-i Basri, Süfyan-ı Sevri ve Malik bin Dinar gibi büyükler feyzinden hissedar olmaya çalışıyor.

Râbia-tül Adeviyye, "Niye evlenmiyorsun?" diye soranlara. "Acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim? Kıyâmet gününde amel defterim ne taraftan verilecek? Bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, ben hangisinde bulunacağım? Söyleyin böylesine büyük dertleri olan biri nasıl hizmet etsin kocsına?

Hazret-i Rabia'nın hacc seyahati de çileli geçiyor. Açlık, susuzluk, dermansız dizler, ölen merkep, kaybolan kafile…

Yine aczini hissediyor. Yine sabrediyor!

Ethem Mahmut Ziya

Adı Mısır'da Meydana verilen Rabiai Adviyye kimdir ?

Adı Mısır'da Meydana verilen Rabiai Adviyye kimdir ?


Babası İsmâil'in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası İsmâil Efendi çok fakir olduğundan Râbia doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine; "Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin?" dedi. Hazret-i Râbia'nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip; "Kapı açılmadı" deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü. Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki: "Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz: "Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver." Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân'a git. O yazıyı ver." Hazret-i Râbia'nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân'ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-i Adviyye'nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.

Râbia-i Adviyye biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra'da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia'nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia'yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyân etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu. Edebi fevkalâde idi. Bir gün karşısına bir nâmahrem, yabancı çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzûn olmuş bir kalb ile Allahü teâlâya yalvardı.

"Yâ Rabbî! Garib ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Benden râzı olup olmadığını da bilmiyorum" dedi. Bu sırada bir ses duydu. "Üzülme, sen âhirette meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın." diyordu. Râbia tekrar efendisinin evine döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta dururdu. Bununla beraber her gün oruçlu olur, geceleri de Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığındaRâbia'nın odasından sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Râbia'nın, secde ettiğini, Allahü teâlâya şöyle yalvardığını duydu. Diyordu ki: "Ey Rabbim! Benim arzumun senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saâdetim senin huzûrunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana ibâdetten, bir ân geri kalmam. Fakat ev sâhibimin hizmetinde bulunduğum için ona hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..." Ev sâhibi, bunları duydu. Ayrıca, Râbia'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile aydınlandığını gördü ve hayretten dona kaldı. "Artık Râbia köle olamaz!" diyordu. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbia'yı çağırdı ve dedi ki: "Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim." Râbia; "Gideyim." dedi. Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibâdetle geçirir, bir gün ve gecesinde bin rekat namaz kılardı. Kefenini dâimâ yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı.

Kimseden bir şey almazdı. Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretleri kendisini ziyârete gelmişti. Kulübesinin kapısında, zenginlerden birinin ağladığını gördü. "Niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. O zengin; "Zühd ve kerem sâhibi şu hâtun olmasa, halk mahv olur. O, zamânın bereketidir. Allahü teâlâ bizi, bir çok belâ ve sıkıntılardan onun hürmetine muhâfaza etmektedir. Ona bir mikdar yardımım olsun diye şu keseyi getirdim. Fakat kabûl etmez diye ağlıyorum. Bunu ona verseniz, belki sizin hatırınız için kabûl eder" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri içeri girip olanları bildirince, Râbia-i Adviyye buyurdu ki: "Ben bu dünyâlıkları bunların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâdan istemeğe utanır iken başkasından nasıl alırım? Allahü teâlâ bu dünyâda, kendisini inkâr edenlerin bile rızkını verirken, kalbi O'nun muhabbetiyle yanan birinin rızkını vermez mi zannediyorsunuz? O kimseye selâmımızı söyle. Kalbi mahzûn olmasın. Biz Allahü teâlâdan başkasından bir şey almamaya ahdettik. Hiç bir kimseden bir şey beklemiyoruz. Geleni kabûl etmiyoruz. Bir defâsında devlete âid olan bir kandilin ışığından istifâde ederek gömleğimi yamadım da kalbim dağıldıkça dağıldı ve dikişleri sökünceye kadar kalbimi toparlayamadım."



Mısır'da eylemlerin adresi olan Rabia'tül Adeviyye Meydanı

Mâlik bin Dinâr şöyle anlatır: Birgün Râbia'nın yanına gittim. Abdestini almış, kalan sudan bir kaç yudum da içmişti. Dikkat ettim, testinin bir tarafı kırıktı ve çok eski bir hasırda oturuyordu. Kerpiçten bir de yastığı vardı. Bunları görünce çok üzüldüm, içim yandı ve; "Ey Râbia! Zengin arkadaşlarım var. Kabûl edersen sana onlardan bir şeyler alayım" dedim. Bana dönerek; "Yâ Mâlik! Bana da, onlara da rızkı veren Allahü teâlâdır. O, fakirleri fakir olduğu için unutup, zenginleri de zengin olduğu için hatırlıyor ve yardım mı ediyor sanıyorsun?" dedi. Ben de "Hayır, hiç öyle olur mu?" dedim. Bunun üzerine "Mâdem ki Rabbim benim hâlimi biliyor, benim hatırlatmama ne lüzum var. O, öyle istiyor, biz de O'nun istediğini istiyoruz" diye cevap verdi.

Râbia-i Adviyye, "Niye evlenmiyorsun?" diye ısrâr edenlere şöyle söyledi: "Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim. Birincisi, (Acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim?) İkincisi, (Kıyâmet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?) Üçüncüsü, (Herkesin hesâbı görüldükten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, acabâ ben hangi grupta bulunacağım?)" dedi. O kimseler; "Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten âciziz" dediler. "O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim?" buyurdu.

Bir gün ikindi vakti yanına bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği hazırlamak için de misâfirin yanından ayrılamadı. Nihâyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de, misâfiri de oruçlu idiler. Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misâfire ikrâm için hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin Allahü teâlânın izni ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misâfire ikrâm ile iftarı birlikte yaptılar. Misâfir; "Hayâtımda bu kadar lezzetli bir yemek yemedim." deyince, Râbia-i Adviyye; "Her hâlinde Allahü teâlâyı hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek pişirirler." buyurdu.

Râbia-i Adviyye'nin hacca gitmek arzusu çoğaldı. Bir kâfileye katılarak yola çıktı. Yolda merkebi ölünce kâfiledekiler; "Eşyâlarınızı bizim hayvana yükleyelim" dediler. Onlara; "Ben Allahü teâlâya tevekkül ederek yola çıktım. Siz yolunuza devam ediniz, ben yavaş yavaş gelirim" dedi ve kervan yoluna devam etti. "Yâ Rabbî! Çok âciz olduğumu görüp, biliyorsun. Beni evine dâvet ettin ama bineğim yarı yolda öldü. Koca çölde yalnız kaldım. Durumu sana havâle ettim." diyerek eşyâlarını yüklendi. Onun bu yalvarışından sonra Allahü teâlâ merkebi diriltti. Hazret-i Râbia buna çok sevindi.

Bir gün, Râbia-iAdviyye'ye yemek yapmak istediler, fakat soğan yoktu.Komşudan alalım dediler. O da; "Kırk senedir, Allahü teâlâdan başkasından bir şey istememek üzere söz verdim. Zararı yok soğansız olsun." buyurdu. Sözünü yeni bitirmişti ki, bir kuş ayaklarındaki soğanları oraya bırakıp gitti. Bunu gören hazret-i Râbia; "Bu ilâhî bir imtihandır, Allahü teâlânın azâbından emin değilim, korkuyorum!" deyip, yemek yerine kuru ekmeği yedi.

Bir gün, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. O sırada evin damında bulunan Hasan-ı Basrî, Allahü teâlânın muhabbetinden pek çok ağlamış, göz yaşlarını rüzgâr, aşağıdan geçmekte olan Râbia-i Adviyyenin yüzüne düşürmüştü. Damlanın nereden geldiğini araştırıp, yukarıda ağlamakta olan Hasan-ı Basrî'yi görünce; "Ey Hasan! Sakın gözyaşların nefsinin arzusuyla akmış olmasın! Bu gözyaşlarını içinde muhafaza et ki, içerde bir derya olsun. Allahü teâlânın muhabbeti ile kaynasın" dedi.

Bir defâsında kendisini sevenler ziyârete gelmişlerdi. Evde, odayı aydınlatacak bir kandil yoktu. Gelenlere ise ışık lâzımdı. Râbia-i Adviyye hazretleri parmaklarına üfledi. Bunun üzerine Allahü teâlânın izniyle sabaha kadar parmaklarından ışık yayıldı ve oda aydınlandı.

Bir kimse, kendisine, cebinden çıkardığı parayı vermek istedi. Hazret-i Râbia elini havaya doğru uzattı. Avucu altınla dolu olduğu halde o kimseye; "Sen cebinden alıyorsun, bana böyle veriyorlar." dedi.

Bir gün iki kişi, Râbia-i Adviyye'yi ziyârete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye içlerinden yemek yimek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi.Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki: "Ekmekler yirmi olsa gerektir." Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular. "Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin."Cevâbında şöyle buyurdu: "Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde (En'âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim."

Bir defâsında namaz kılarken gözüne bir kamış saplandı. Kalb huzûru ve Allahü teâlânın muhabbetinin her tarafını kaplamış olması hâli o kadar fazla idi ki, namazda bunu hiç farketmedi. Namaz bitince oradakilere; "Gözüme bir bakın. Gâlibâ gözüme bir şey girmiş" dedi. Baktılar kamış parçası gözüne saplanmıştı. Güçlükle çıkardılar.

Hasan-ı Basrî hazretleri suâl edip: "Ey Râbia, yokluğu nerede buldun?" dedi. Cevâbında; "KendimiHak teâlâya teslim ve işlerimi O'na havâle ettim." buyurdu. Yine Hazret-i Hasan suâl edip; "Ey Râbia! Hak teâlâ aşkına sana ihsân olunan ilim ve amelden bana bir harf öğret" dedikte, cevâbında: "Ey Hasan, câriyelikten kurtulalı beri iplik eğirip satarım, geçimimi temin ederim. Lâkin hiç bir zaman iki akçeyi bir elime almadım. İkisi bir yere gelir de beni Hak teâlânın yolundan ve mârifetullahtan alıkoyar diye korktum." buyurdu.

Birinin; "Yâ Rabbî, bana rahmet kapısını aç!" diye duâ ettiğini işitince, Râbia-i Adviyye; "Ey câhil, Allahü teâlânın rahmet kapısı kapalı mı idi de şimdi açmasını istiyorsun. Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise de giriş kapısı olan kalbler, herkeste açık değildir. Bunun açılması için duâ edilmelidir." dedi.

Kendisine, Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Cennet'te, Allahü teâlâyı görmekten bir an mahrum olursam öyle ağlayıp, feryâd edeceğim ki, bütün Cennet ehli bana acıyacak." dediğini naklettiklerinde; "Bu çok güzeldir. Lâkin, eğer dünyâda, Allahü teâlâdan bir an gâfil olduysa ve bu gafletinden dolayı aynen bildirdiği üzüntü, ağlamak ve inlemek meydana geldiyse âhirette de dediği gibi olacaktır. Aksi halde olmayacaktır." buyurdu.

Râbia-i Adviyye bir gece; "Yâ Rabbî! Ya kalb huzûru ile namaz kılmamı nasîb et, veya kalb huzûru ile kılamadığım namazımı kabûl buyur. Allah'ım benim bütün dünyâdaki arzum ve işim, seni yâdetmek, âhirette de Cemâl-i ilâhiyene kavuşmaktır. Ne olur, beni bu anlayışıma bağışla!" diye yalvardı.

Bir gün Râbia Hâtun ağlıyordu. "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu niçin ağlıyorsun? Rabbinle yakınlığın var." dediler. Buyurdular ki: "Ayrılıktan korkuyorum, belki ölüm vaktinde (Sen bana gerekmezsin ey Râbia) diye Allahü teâlâ hazretleri hitâb buyurursa benim hâlim nice olur? Eyvah, eyvah!" deyip ağladı.

Tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; "Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyâdaki bütün insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemîn ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır" derdi.

Bir zaman hasta olmuştu. Ziyâretine gelenler; "Ey Râbia! Sana gelen bu hastalık çok ızdırap vermektedir. Duâ et de Allahü teâlâ çektiğin bu ızdırâbı hafifletsin." dediklerinde, buyurdu ki: "Siz biliyor musunuz ki, bu ızdırâbı çekmemi Allahü teâlâ irâde etmiştir.""Evet biliyoruz" dediler. O da; "Bunu bildiğiniz halde, O'nun irâdesine muhâlefet etmemi, O'ndan tersini dilememi nasıl istiyebiliyorsunuz?" dediği zaman, onlar; "Ey Râbia, peki senin arzun nasıldır?" diye sordular. O da; "Allahü teâlâ benim hakkımda ne irâde ve ne takdir etmişse ona râzı olmak" buyurdu.

Bir gün kendisine sordular ki: "Ölümü arzu ediyor musun?" Buyurdu ki: "İnsanlardan birine karşı bir kabahat işlemiş olsam, o insanla karşılaşmaktan utanırım. HalbukiAllahü teâlâya karşı olan kabahatlerimiz o kadar çok ki, huzûruna varmayı (ölümü) nasıl arzu ederim?"

"Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; "Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve ebedî olanın dostluğunu istemekle" buyurdu.

Râbia-i Adviyye devamlı inlerdi ve onu hep dertli bir hâlde görürlerdi.Yakınları; "Hiç bir hastalığınız yok, ağlayıp sızlanmanıza, yakınmanıza sebep nedir?" dediler. O da; "Benim gönlümde öyle bir dert var ki, tabibler tedâvisinde âciz kaldılar. Yaramın merhemi Allahü teâlâya vuslattır (kavuşmaktır). Böyle yanıp yakılıyorum ki, belki maksadıma kavuşurum. Bu benim yaptığım ise, bu işte en az olanıdır" diye cevap verdi.

Yaşı sekseni bulmuştu. Yolda yaşlılığın tesiriyle yürümekte güçlük çekerdi. Öyle ki görenler, ha düştü, ha düşecek zannederlerdi. Böyle olmakla beraber kimsenin yardımını kabûl etmezdi. Vefâtı yaklaşınca yakınlarından Abede bintiŞevvâl adında bir hâtunu yanına çağırdı. Her zaman yanında taşıdığı kefeni göstererek; "Vefât ettiğim zaman beni bu beze sar ve defnet." diye vasiyet etti.

Vefât etmeden önce hasta yatağının başucunda bekleyen sevdiklerine; "Kalkınız, burayı boşaltıp, yalnız bırakınız. Allahü teâlânın melekleriyle başbaşa kalayım" deyince, oradakiler odayı boşalttılar. Kapıyı örttüler. İçerden meâlen şu âyet-i kerîmenin okunduğu işitiliyordu: "Ey mutmainne nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön! Has kullarımın arasına katıl ve Cennetime gir."(Fecr sûresi: 89) Aradan biraz zaman geçti ses kesilmişti. İçeri girdiklerinde vefât ettiğini gördüler. Vefâtından sonra Abede binti Şevvâl vasiyyetini yerine getirdi. Tur Dağı üzerine defnedildi.M.752

Abede binti Şevvâl şöyle anlatmıştır: "Râbia'yı vefatından bir sene sonra rüyâda gördüm. Yeşil elbiseler giymiş, başında da yeşil bir örtüsü vardı. Ben; "Seni sardığım kefenine ne oldu?" dedim. "Allahü teâlâ onları çıkardı ve bana bunları verdi." dedi.

Vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler; "Münker ve Nekir melekleri ile aranızda ne gibi bir şey oldu?" diye sordular. "O iki heybetli melek gelip de bana Men rabbüke (= Rabbin kim?) suâlini sorunca, onlara dedim ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şöyle arzediniz: (Ey Allah'ım! Dünyâda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben, seni hiç unutur muyum?)"

Nakledildiğine göre Muhammed bin Eslem Tûsî ile Nu'mân Tûsî, Râbia-i Adviyye'nin kabri başına gelip; "Hâlin nasıldır?" diye sordular. Allahü teâlânın izni ile şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ bana çok nîmet ihsân etti. Nîmetler içindeyim elhamdülillah."

Bessâr bin Gâlib en-Necrânî diyor ki: "Râbia-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rüyâmda gördüm. Bana; "Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nûrla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" dedim. "Hayatta olan müminler ölüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filân dostunun hediyesidir) denilir" buyurdu.

Evliyalar Ansiklopedisi

Türkiye Gazetesi C.10

Adı Mısır'da Meydana verilen Rabiai Adviyye kimdir ?


Babası İsmâil'in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü) koydu. Babası İsmâil Efendi çok fakir olduğundan Râbia doğduğu gece evde ihtiyaç olan şeylerden hiçbiri yoktu. Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu. Efendisine; "Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir misin?" dedi. Hazret-i Râbia'nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden bir şey istememeğe söz vermişti. Bununla beraber hanımını üzmemek için komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip; "Kapı açılmadı" deyince hanımı ağladı. O da çok üzüldü. Babası, başını dizine dayadı ve öylece uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz, kendisine buyurdu ki: "Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki, ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz: "Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan ver." Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân'a git. O yazıyı ver." Hazret-i Râbia'nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân'ın yanına gitti. Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-i Adviyye'nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel edeb ve terbiye ile büyüttüler.

Râbia-i Adviyye biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra'da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia'nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia'yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyân etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı oldu. Edebi fevkalâde idi. Bir gün karşısına bir nâmahrem, yabancı çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzûn olmuş bir kalb ile Allahü teâlâya yalvardı.

"Yâ Rabbî! Garib ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Benden râzı olup olmadığını da bilmiyorum" dedi. Bu sırada bir ses duydu. "Üzülme, sen âhirette meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın." diyordu. Râbia tekrar efendisinin evine döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta dururdu. Bununla beraber her gün oruçlu olur, geceleri de Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığındaRâbia'nın odasından sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Râbia'nın, secde ettiğini, Allahü teâlâya şöyle yalvardığını duydu. Diyordu ki: "Ey Rabbim! Benim arzumun senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saâdetim senin huzûrunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana ibâdetten, bir ân geri kalmam. Fakat ev sâhibimin hizmetinde bulunduğum için ona hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..." Ev sâhibi, bunları duydu. Ayrıca, Râbia'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile aydınlandığını gördü ve hayretten dona kaldı. "Artık Râbia köle olamaz!" diyordu. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbia'yı çağırdı ve dedi ki: "Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim." Râbia; "Gideyim." dedi. Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibâdetle geçirir, bir gün ve gecesinde bin rekat namaz kılardı. Kefenini dâimâ yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı.

Kimseden bir şey almazdı. Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretleri kendisini ziyârete gelmişti. Kulübesinin kapısında, zenginlerden birinin ağladığını gördü. "Niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. O zengin; "Zühd ve kerem sâhibi şu hâtun olmasa, halk mahv olur. O, zamânın bereketidir. Allahü teâlâ bizi, bir çok belâ ve sıkıntılardan onun hürmetine muhâfaza etmektedir. Ona bir mikdar yardımım olsun diye şu keseyi getirdim. Fakat kabûl etmez diye ağlıyorum. Bunu ona verseniz, belki sizin hatırınız için kabûl eder" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri içeri girip olanları bildirince, Râbia-i Adviyye buyurdu ki: "Ben bu dünyâlıkları bunların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâdan istemeğe utanır iken başkasından nasıl alırım? Allahü teâlâ bu dünyâda, kendisini inkâr edenlerin bile rızkını verirken, kalbi O'nun muhabbetiyle yanan birinin rızkını vermez mi zannediyorsunuz? O kimseye selâmımızı söyle. Kalbi mahzûn olmasın. Biz Allahü teâlâdan başkasından bir şey almamaya ahdettik. Hiç bir kimseden bir şey beklemiyoruz. Geleni kabûl etmiyoruz. Bir defâsında devlete âid olan bir kandilin ışığından istifâde ederek gömleğimi yamadım da kalbim dağıldıkça dağıldı ve dikişleri sökünceye kadar kalbimi toparlayamadım."



Mısır'da eylemlerin adresi olan Rabia'tül Adeviyye Meydanı

Mâlik bin Dinâr şöyle anlatır: Birgün Râbia'nın yanına gittim. Abdestini almış, kalan sudan bir kaç yudum da içmişti. Dikkat ettim, testinin bir tarafı kırıktı ve çok eski bir hasırda oturuyordu. Kerpiçten bir de yastığı vardı. Bunları görünce çok üzüldüm, içim yandı ve; "Ey Râbia! Zengin arkadaşlarım var. Kabûl edersen sana onlardan bir şeyler alayım" dedim. Bana dönerek; "Yâ Mâlik! Bana da, onlara da rızkı veren Allahü teâlâdır. O, fakirleri fakir olduğu için unutup, zenginleri de zengin olduğu için hatırlıyor ve yardım mı ediyor sanıyorsun?" dedi. Ben de "Hayır, hiç öyle olur mu?" dedim. Bunun üzerine "Mâdem ki Rabbim benim hâlimi biliyor, benim hatırlatmama ne lüzum var. O, öyle istiyor, biz de O'nun istediğini istiyoruz" diye cevap verdi.

Râbia-i Adviyye, "Niye evlenmiyorsun?" diye ısrâr edenlere şöyle söyledi: "Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı garanti ederseniz, o zaman evlenirim. Birincisi, (Acabâ son nefesimde îmânımı kurtarabilecek miyim?) İkincisi, (Kıyâmet gününde amel defterimi sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?) Üçüncüsü, (Herkesin hesâbı görüldükten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup Cennet'e giderken, acabâ ben hangi grupta bulunacağım?)" dedi. O kimseler; "Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten âciziz" dediler. "O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim?" buyurdu.

Bir gün ikindi vakti yanına bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et vardı. Eti pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği hazırlamak için de misâfirin yanından ayrılamadı. Nihâyet akşam vakti oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de, misâfiri de oruçlu idiler. Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misâfire ikrâm için hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin Allahü teâlânın izni ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misâfire ikrâm ile iftarı birlikte yaptılar. Misâfir; "Hayâtımda bu kadar lezzetli bir yemek yemedim." deyince, Râbia-i Adviyye; "Her hâlinde Allahü teâlâyı hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek pişirirler." buyurdu.

Râbia-i Adviyye'nin hacca gitmek arzusu çoğaldı. Bir kâfileye katılarak yola çıktı. Yolda merkebi ölünce kâfiledekiler; "Eşyâlarınızı bizim hayvana yükleyelim" dediler. Onlara; "Ben Allahü teâlâya tevekkül ederek yola çıktım. Siz yolunuza devam ediniz, ben yavaş yavaş gelirim" dedi ve kervan yoluna devam etti. "Yâ Rabbî! Çok âciz olduğumu görüp, biliyorsun. Beni evine dâvet ettin ama bineğim yarı yolda öldü. Koca çölde yalnız kaldım. Durumu sana havâle ettim." diyerek eşyâlarını yüklendi. Onun bu yalvarışından sonra Allahü teâlâ merkebi diriltti. Hazret-i Râbia buna çok sevindi.

Bir gün, Râbia-iAdviyye'ye yemek yapmak istediler, fakat soğan yoktu.Komşudan alalım dediler. O da; "Kırk senedir, Allahü teâlâdan başkasından bir şey istememek üzere söz verdim. Zararı yok soğansız olsun." buyurdu. Sözünü yeni bitirmişti ki, bir kuş ayaklarındaki soğanları oraya bırakıp gitti. Bunu gören hazret-i Râbia; "Bu ilâhî bir imtihandır, Allahü teâlânın azâbından emin değilim, korkuyorum!" deyip, yemek yerine kuru ekmeği yedi.

Bir gün, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. O sırada evin damında bulunan Hasan-ı Basrî, Allahü teâlânın muhabbetinden pek çok ağlamış, göz yaşlarını rüzgâr, aşağıdan geçmekte olan Râbia-i Adviyyenin yüzüne düşürmüştü. Damlanın nereden geldiğini araştırıp, yukarıda ağlamakta olan Hasan-ı Basrî'yi görünce; "Ey Hasan! Sakın gözyaşların nefsinin arzusuyla akmış olmasın! Bu gözyaşlarını içinde muhafaza et ki, içerde bir derya olsun. Allahü teâlânın muhabbeti ile kaynasın" dedi.

Bir defâsında kendisini sevenler ziyârete gelmişlerdi. Evde, odayı aydınlatacak bir kandil yoktu. Gelenlere ise ışık lâzımdı. Râbia-i Adviyye hazretleri parmaklarına üfledi. Bunun üzerine Allahü teâlânın izniyle sabaha kadar parmaklarından ışık yayıldı ve oda aydınlandı.

Bir kimse, kendisine, cebinden çıkardığı parayı vermek istedi. Hazret-i Râbia elini havaya doğru uzattı. Avucu altınla dolu olduğu halde o kimseye; "Sen cebinden alıyorsun, bana böyle veriyorlar." dedi.

Bir gün iki kişi, Râbia-i Adviyye'yi ziyârete geldiler. İkisi de açtı. "Yemeği helâldir" diye içlerinden yemek yimek geçti. O anda kapıya biri gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi.Râbia hazretleri ekmekleri saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki: "Ekmekler yirmi olsa gerektir." Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi. Oradakiler hayretle sordular. "Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin."Cevâbında şöyle buyurdu: "Siz ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde (En'âm sûresi 160. ayet-i kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vâdine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de ekmeklerin noksan olduğunu söyledim."

Bir defâsında namaz kılarken gözüne bir kamış saplandı. Kalb huzûru ve Allahü teâlânın muhabbetinin her tarafını kaplamış olması hâli o kadar fazla idi ki, namazda bunu hiç farketmedi. Namaz bitince oradakilere; "Gözüme bir bakın. Gâlibâ gözüme bir şey girmiş" dedi. Baktılar kamış parçası gözüne saplanmıştı. Güçlükle çıkardılar.

Hasan-ı Basrî hazretleri suâl edip: "Ey Râbia, yokluğu nerede buldun?" dedi. Cevâbında; "KendimiHak teâlâya teslim ve işlerimi O'na havâle ettim." buyurdu. Yine Hazret-i Hasan suâl edip; "Ey Râbia! Hak teâlâ aşkına sana ihsân olunan ilim ve amelden bana bir harf öğret" dedikte, cevâbında: "Ey Hasan, câriyelikten kurtulalı beri iplik eğirip satarım, geçimimi temin ederim. Lâkin hiç bir zaman iki akçeyi bir elime almadım. İkisi bir yere gelir de beni Hak teâlânın yolundan ve mârifetullahtan alıkoyar diye korktum." buyurdu.

Birinin; "Yâ Rabbî, bana rahmet kapısını aç!" diye duâ ettiğini işitince, Râbia-i Adviyye; "Ey câhil, Allahü teâlânın rahmet kapısı kapalı mı idi de şimdi açmasını istiyorsun. Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise de giriş kapısı olan kalbler, herkeste açık değildir. Bunun açılması için duâ edilmelidir." dedi.

Kendisine, Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Cennet'te, Allahü teâlâyı görmekten bir an mahrum olursam öyle ağlayıp, feryâd edeceğim ki, bütün Cennet ehli bana acıyacak." dediğini naklettiklerinde; "Bu çok güzeldir. Lâkin, eğer dünyâda, Allahü teâlâdan bir an gâfil olduysa ve bu gafletinden dolayı aynen bildirdiği üzüntü, ağlamak ve inlemek meydana geldiyse âhirette de dediği gibi olacaktır. Aksi halde olmayacaktır." buyurdu.

Râbia-i Adviyye bir gece; "Yâ Rabbî! Ya kalb huzûru ile namaz kılmamı nasîb et, veya kalb huzûru ile kılamadığım namazımı kabûl buyur. Allah'ım benim bütün dünyâdaki arzum ve işim, seni yâdetmek, âhirette de Cemâl-i ilâhiyene kavuşmaktır. Ne olur, beni bu anlayışıma bağışla!" diye yalvardı.

Bir gün Râbia Hâtun ağlıyordu. "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu niçin ağlıyorsun? Rabbinle yakınlığın var." dediler. Buyurdular ki: "Ayrılıktan korkuyorum, belki ölüm vaktinde (Sen bana gerekmezsin ey Râbia) diye Allahü teâlâ hazretleri hitâb buyurursa benim hâlim nice olur? Eyvah, eyvah!" deyip ağladı.

Tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; "Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyâdaki bütün insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemîn ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır" derdi.

Bir zaman hasta olmuştu. Ziyâretine gelenler; "Ey Râbia! Sana gelen bu hastalık çok ızdırap vermektedir. Duâ et de Allahü teâlâ çektiğin bu ızdırâbı hafifletsin." dediklerinde, buyurdu ki: "Siz biliyor musunuz ki, bu ızdırâbı çekmemi Allahü teâlâ irâde etmiştir.""Evet biliyoruz" dediler. O da; "Bunu bildiğiniz halde, O'nun irâdesine muhâlefet etmemi, O'ndan tersini dilememi nasıl istiyebiliyorsunuz?" dediği zaman, onlar; "Ey Râbia, peki senin arzun nasıldır?" diye sordular. O da; "Allahü teâlâ benim hakkımda ne irâde ve ne takdir etmişse ona râzı olmak" buyurdu.

Bir gün kendisine sordular ki: "Ölümü arzu ediyor musun?" Buyurdu ki: "İnsanlardan birine karşı bir kabahat işlemiş olsam, o insanla karşılaşmaktan utanırım. HalbukiAllahü teâlâya karşı olan kabahatlerimiz o kadar çok ki, huzûruna varmayı (ölümü) nasıl arzu ederim?"

"Bu yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; "Beni ilgilendirmeyen her şeyi terk ve ebedî olanın dostluğunu istemekle" buyurdu.

Râbia-i Adviyye devamlı inlerdi ve onu hep dertli bir hâlde görürlerdi.Yakınları; "Hiç bir hastalığınız yok, ağlayıp sızlanmanıza, yakınmanıza sebep nedir?" dediler. O da; "Benim gönlümde öyle bir dert var ki, tabibler tedâvisinde âciz kaldılar. Yaramın merhemi Allahü teâlâya vuslattır (kavuşmaktır). Böyle yanıp yakılıyorum ki, belki maksadıma kavuşurum. Bu benim yaptığım ise, bu işte en az olanıdır" diye cevap verdi.

Yaşı sekseni bulmuştu. Yolda yaşlılığın tesiriyle yürümekte güçlük çekerdi. Öyle ki görenler, ha düştü, ha düşecek zannederlerdi. Böyle olmakla beraber kimsenin yardımını kabûl etmezdi. Vefâtı yaklaşınca yakınlarından Abede bintiŞevvâl adında bir hâtunu yanına çağırdı. Her zaman yanında taşıdığı kefeni göstererek; "Vefât ettiğim zaman beni bu beze sar ve defnet." diye vasiyet etti.

Vefât etmeden önce hasta yatağının başucunda bekleyen sevdiklerine; "Kalkınız, burayı boşaltıp, yalnız bırakınız. Allahü teâlânın melekleriyle başbaşa kalayım" deyince, oradakiler odayı boşalttılar. Kapıyı örttüler. İçerden meâlen şu âyet-i kerîmenin okunduğu işitiliyordu: "Ey mutmainne nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön! Has kullarımın arasına katıl ve Cennetime gir."(Fecr sûresi: 89) Aradan biraz zaman geçti ses kesilmişti. İçeri girdiklerinde vefât ettiğini gördüler. Vefâtından sonra Abede binti Şevvâl vasiyyetini yerine getirdi. Tur Dağı üzerine defnedildi.M.752

Abede binti Şevvâl şöyle anlatmıştır: "Râbia'yı vefatından bir sene sonra rüyâda gördüm. Yeşil elbiseler giymiş, başında da yeşil bir örtüsü vardı. Ben; "Seni sardığım kefenine ne oldu?" dedim. "Allahü teâlâ onları çıkardı ve bana bunları verdi." dedi.

Vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler; "Münker ve Nekir melekleri ile aranızda ne gibi bir şey oldu?" diye sordular. "O iki heybetli melek gelip de bana Men rabbüke (= Rabbin kim?) suâlini sorunca, onlara dedim ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şöyle arzediniz: (Ey Allah'ım! Dünyâda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben, seni hiç unutur muyum?)"

Nakledildiğine göre Muhammed bin Eslem Tûsî ile Nu'mân Tûsî, Râbia-i Adviyye'nin kabri başına gelip; "Hâlin nasıldır?" diye sordular. Allahü teâlânın izni ile şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ bana çok nîmet ihsân etti. Nîmetler içindeyim elhamdülillah."

Bessâr bin Gâlib en-Necrânî diyor ki: "Râbia-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rüyâmda gördüm. Bana; "Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nûrla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" dedim. "Hayatta olan müminler ölüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filân dostunun hediyesidir) denilir" buyurdu.

Evliyalar Ansiklopedisi

Türkiye Gazetesi C.10

Gaye Cihad Olunca Cesur Komutan Tarık Bin Ziyad

Gaye Cihad Olunca Cesur Komutan Tarık Bin Ziyad

Yıl: Hicri 82... Yer: İspanya Çırpınan dalgalar, çığlıklanan martılar ve yosun kokan rüzgar... Ülkenin gemiye ve gemiciye hasret körfezlerinden birine (El-Büheyra) 4 yelkenli demir atar. İnce zırhlı, ak sarıklı savaşçılar sessiz sedasız sandallara biner kumsala ulaşırlar.

Genç komutan son kayığın da yükünü boşaltmasını bekler ve gemicileri "gerisin geri" Tunus'a yollar. Kaptanlar üç beş tayfayla yelken açar, gitgide ufalır ve yok olurlar.

Askerler içinde "ama... Fakat..." diye fısıldayanlar çıkar. Tarık gür ve kararlı bir sesle "kardeşlerim!" der, "farz edin ki gemiler yandı. Artık dönüşümüz yok, önümüz düşman, arkamız derya. Bu yarımadada cimrilerin sofrasındaki yetimler gibiyiz, ancak gün gelecek bizden sorulacak. Biliyorum bu kolay bir şey değil ama size de çile ve sabır yaraşır. Eğer küffara ölümüne saldırmazsak, cesaret kazanır, bizi boğmaya kalkarlar. Benim durumum da sizden farklı değil, ancak sıkıntılara katlanmazsak meyvelerini toplayamayız. En ucuz malın can olduğu bu pazarda kendimi sakınmayacağım. Savaşta, sizden önde olacak, fırsatını buldum mu ordugâha dalacağım. Eğer hedefe varamadan şehit olursam, içinizden birini komutan seçip etrafında toplanın. Halifemiz bu güç görevi size verdi, güvenini boşa çıkarmayın. İnanın tarih kitapları sizi yazacak, asırlarca anılacak ve duâ alacaksınız. Size iki kelimelik bir nasihatim var: Cihaddan ayrılmayın!.."

Bu hitap mücahidleri çok heyecanlandırır, o hızla Carteya ve Algeziras (El-cezire) kentlerini alırlar. Kral Rodriguez olup biteni duyunca çok kızar, muazzam bir ordu toplayıp üstlerine yürür ve hiçbir anlaşma teklifine yanaşmaz. Mücahidlerin sayısı aldıkları takviyeye rağmen 12 bine varmaz. Buna rağmen yılmaz, yıkılmaz, barbarlıkları ile tanınan Vizigotları Rio Barbeta'da (Vadi-i Lekke) karşılarlar. Üzerlerine gelen ordu yüz bini aşmış kimin umurunda? Tam yedi gün dayanıp hasımlarını yorar, sekizinci gün ok gibi merkeze saplanırlar. Târık bin Ziyâd tahtırevanlara kurulan Kral Rodrik'e ulaşır ve muhafızların şaşkın bakışları arasında adamı paralar. Vizigotlar donar kalır, ipi kopmuş kolye gibi dağılırlar. Ziyad oğlu Tarık, panikleyen düşmana nefes aldırmaz, ayakta kalanları bitirinceye kadar kovalar. Reyyo, Gırnata ve Tuleytula'ya (Toledo) sancağı asar, 3.5 asırlık Got hakimiyeti çatırdamaya başlar.



Tarık bin Ziyad'ın Cebelitarık Boğazı'na adı verilmiştir. Arapça'da "cebel" dağ demektir. Cebel-i Târık, "Tarık'ın dağı" anlamına gelmektedir.

Durun denmese...

Musa bin Nusayr ise, Şuzûne ve Karmûne şehirlerini alarak Kurtuba yolunu açar. İşbiliyye, Marida, Orihuela hattında fethetmedik belde bırakmaz. Mücahitler, Rodrik'in sarayına girince pencereyi açar. Ayakları altında yayılan Toledo kentine ibretle bakarlar. Bir yanda bahçeler, kasrlar öte yanda karakollar, zindanlar. Kralın yalakaları saraylarda ağırlanır, âsiler dehlizlere tıkılırlar. Peki arası? Siyah, ya da beyaz... Burada gri bulunmaz! Tarık bin Ziyad, Medinetü'l-Mâide'de (Sofra Şehri'nde) Süleyman Aleyhisselam'ın sofrasını ele geçirir ki yeşil zümrütten yapılan sofranın inci, mercan ve yakutla bezeli 360 ayağı vardır, iri iri elmaslar göz kamaştırır.

Sıra Fransa'da

Sonra Musa bin Nusayr'la birlikte Saragoza'yı alırlar. Tarık önden gidip kapıları kırar, Musa bin Nusayr fethi tamamlar. Bu ikili bir anda Barcelona'ya varırlar. Ancak yıllardır sırtı yatak görmeyen askerler mızıldanmaya başlar, yoksa bu hızla Roma kapılarına dayanmaları sürpriz olmaz. Düşünün sadece iki yıl içinde Pireneler'i aşar, Fransa'ya sarkarlar.

Halife Velid bin Abdülmelik koca İspanya'nın bu kadar kolay ele geçmesini anlayamaz, haliyle tuzağa düşmekten korkar. Musa bin Nusayr ve Tarık bin Ziyad'ı Şam'a çağırıp vaziyeti sorar. Onlar da olup biteni anlatırlar. Başkentteki kurmayların kanaati "durmasını bilmek" hususundadır ve cenge "şimdilik kaydıyle" nokta koyarlar.

İkisinin de gönlü İspanya'da kalır ama bir daha oralara dönmek nasip olmaz. Hele Halife değişince Avrupa programı büsbütün aksar. Musa bin Nusayr hacca niyetlenir ve Medine civarlarında (Vadi-yi kur'a'da) vefat eder. Onu münevver beldede toprağa bırakırlar. Kendi halinde bir hayat süren Tarık bin Ziyad ise Şam'da yatar. (H. 88)

Sultan Abdurrahman

Bundan 30 yıl kadar sonra dizginleri ele geçiren Abbasiler, Emevi Hanedanının adeta dibini kazırlar. Ancak ailenin gençlerinden Abdurrahman bin Muaviye, kız kardeşi ve azadlı kölesi Bedr'le birlikte önce Filistin'e sonra Mısır'a kaçar. Yanında hatırı sayılır bir servet taşır, kaldı ki ayaklarını bastığı yerde devlet kuracak kalite ve çaptadır. Bu yüzden valiler teyakkuza geçer onu yakalayabilmek için her tedbiri alırlar. Özellikle Abbasilerin Afrikiyye Valisi El-Fihri tuzak üstüne tuzak kurar. Lakin Abdurrahman bunları atlatır, Fas'a, derken Kurtuba'ya ulaşır ve İspanya'ya yerleşen Yemenlileri etrafında toplar. Son derece sistemli ve planlı hareket eder, taraftar kazanmaya bakar. Nitekim "Endülüs Emevi" gibi iz bırakan bir devlet kurar. Peki ufak tefek ayaklanmalar? Elbette çıkar ama sertlikten ziyade şefkatle hareket eder ve kanına kast eden düşmanlarını bile bağışlar. Kısa bir süre içinde iç birliği sağlar ve Frank Kralı Şarlman'ı sıkıştırmaya başlar.

Ondan sonra adları genellikle Abdurrahman, Hakem ve Hişam olan 15 Sultan gelir ve Endülüs Emeviler 275 sene İspanya'ya ve Portekiz'e hakim olurlar...

Ahmet Sırrı Arvas

Gaye Cihad Olunca Cesur Komutan Tarık Bin Ziyad

Yıl: Hicri 82... Yer: İspanya Çırpınan dalgalar, çığlıklanan martılar ve yosun kokan rüzgar... Ülkenin gemiye ve gemiciye hasret körfezlerinden birine (El-Büheyra) 4 yelkenli demir atar. İnce zırhlı, ak sarıklı savaşçılar sessiz sedasız sandallara biner kumsala ulaşırlar.

Genç komutan son kayığın da yükünü boşaltmasını bekler ve gemicileri "gerisin geri" Tunus'a yollar. Kaptanlar üç beş tayfayla yelken açar, gitgide ufalır ve yok olurlar.

Askerler içinde "ama... Fakat..." diye fısıldayanlar çıkar. Tarık gür ve kararlı bir sesle "kardeşlerim!" der, "farz edin ki gemiler yandı. Artık dönüşümüz yok, önümüz düşman, arkamız derya. Bu yarımadada cimrilerin sofrasındaki yetimler gibiyiz, ancak gün gelecek bizden sorulacak. Biliyorum bu kolay bir şey değil ama size de çile ve sabır yaraşır. Eğer küffara ölümüne saldırmazsak, cesaret kazanır, bizi boğmaya kalkarlar. Benim durumum da sizden farklı değil, ancak sıkıntılara katlanmazsak meyvelerini toplayamayız. En ucuz malın can olduğu bu pazarda kendimi sakınmayacağım. Savaşta, sizden önde olacak, fırsatını buldum mu ordugâha dalacağım. Eğer hedefe varamadan şehit olursam, içinizden birini komutan seçip etrafında toplanın. Halifemiz bu güç görevi size verdi, güvenini boşa çıkarmayın. İnanın tarih kitapları sizi yazacak, asırlarca anılacak ve duâ alacaksınız. Size iki kelimelik bir nasihatim var: Cihaddan ayrılmayın!.."

Bu hitap mücahidleri çok heyecanlandırır, o hızla Carteya ve Algeziras (El-cezire) kentlerini alırlar. Kral Rodriguez olup biteni duyunca çok kızar, muazzam bir ordu toplayıp üstlerine yürür ve hiçbir anlaşma teklifine yanaşmaz. Mücahidlerin sayısı aldıkları takviyeye rağmen 12 bine varmaz. Buna rağmen yılmaz, yıkılmaz, barbarlıkları ile tanınan Vizigotları Rio Barbeta'da (Vadi-i Lekke) karşılarlar. Üzerlerine gelen ordu yüz bini aşmış kimin umurunda? Tam yedi gün dayanıp hasımlarını yorar, sekizinci gün ok gibi merkeze saplanırlar. Târık bin Ziyâd tahtırevanlara kurulan Kral Rodrik'e ulaşır ve muhafızların şaşkın bakışları arasında adamı paralar. Vizigotlar donar kalır, ipi kopmuş kolye gibi dağılırlar. Ziyad oğlu Tarık, panikleyen düşmana nefes aldırmaz, ayakta kalanları bitirinceye kadar kovalar. Reyyo, Gırnata ve Tuleytula'ya (Toledo) sancağı asar, 3.5 asırlık Got hakimiyeti çatırdamaya başlar.



Tarık bin Ziyad'ın Cebelitarık Boğazı'na adı verilmiştir. Arapça'da "cebel" dağ demektir. Cebel-i Târık, "Tarık'ın dağı" anlamına gelmektedir.

Durun denmese...

Musa bin Nusayr ise, Şuzûne ve Karmûne şehirlerini alarak Kurtuba yolunu açar. İşbiliyye, Marida, Orihuela hattında fethetmedik belde bırakmaz. Mücahitler, Rodrik'in sarayına girince pencereyi açar. Ayakları altında yayılan Toledo kentine ibretle bakarlar. Bir yanda bahçeler, kasrlar öte yanda karakollar, zindanlar. Kralın yalakaları saraylarda ağırlanır, âsiler dehlizlere tıkılırlar. Peki arası? Siyah, ya da beyaz... Burada gri bulunmaz! Tarık bin Ziyad, Medinetü'l-Mâide'de (Sofra Şehri'nde) Süleyman Aleyhisselam'ın sofrasını ele geçirir ki yeşil zümrütten yapılan sofranın inci, mercan ve yakutla bezeli 360 ayağı vardır, iri iri elmaslar göz kamaştırır.

Sıra Fransa'da

Sonra Musa bin Nusayr'la birlikte Saragoza'yı alırlar. Tarık önden gidip kapıları kırar, Musa bin Nusayr fethi tamamlar. Bu ikili bir anda Barcelona'ya varırlar. Ancak yıllardır sırtı yatak görmeyen askerler mızıldanmaya başlar, yoksa bu hızla Roma kapılarına dayanmaları sürpriz olmaz. Düşünün sadece iki yıl içinde Pireneler'i aşar, Fransa'ya sarkarlar.

Halife Velid bin Abdülmelik koca İspanya'nın bu kadar kolay ele geçmesini anlayamaz, haliyle tuzağa düşmekten korkar. Musa bin Nusayr ve Tarık bin Ziyad'ı Şam'a çağırıp vaziyeti sorar. Onlar da olup biteni anlatırlar. Başkentteki kurmayların kanaati "durmasını bilmek" hususundadır ve cenge "şimdilik kaydıyle" nokta koyarlar.

İkisinin de gönlü İspanya'da kalır ama bir daha oralara dönmek nasip olmaz. Hele Halife değişince Avrupa programı büsbütün aksar. Musa bin Nusayr hacca niyetlenir ve Medine civarlarında (Vadi-yi kur'a'da) vefat eder. Onu münevver beldede toprağa bırakırlar. Kendi halinde bir hayat süren Tarık bin Ziyad ise Şam'da yatar. (H. 88)

Sultan Abdurrahman

Bundan 30 yıl kadar sonra dizginleri ele geçiren Abbasiler, Emevi Hanedanının adeta dibini kazırlar. Ancak ailenin gençlerinden Abdurrahman bin Muaviye, kız kardeşi ve azadlı kölesi Bedr'le birlikte önce Filistin'e sonra Mısır'a kaçar. Yanında hatırı sayılır bir servet taşır, kaldı ki ayaklarını bastığı yerde devlet kuracak kalite ve çaptadır. Bu yüzden valiler teyakkuza geçer onu yakalayabilmek için her tedbiri alırlar. Özellikle Abbasilerin Afrikiyye Valisi El-Fihri tuzak üstüne tuzak kurar. Lakin Abdurrahman bunları atlatır, Fas'a, derken Kurtuba'ya ulaşır ve İspanya'ya yerleşen Yemenlileri etrafında toplar. Son derece sistemli ve planlı hareket eder, taraftar kazanmaya bakar. Nitekim "Endülüs Emevi" gibi iz bırakan bir devlet kurar. Peki ufak tefek ayaklanmalar? Elbette çıkar ama sertlikten ziyade şefkatle hareket eder ve kanına kast eden düşmanlarını bile bağışlar. Kısa bir süre içinde iç birliği sağlar ve Frank Kralı Şarlman'ı sıkıştırmaya başlar.

Ondan sonra adları genellikle Abdurrahman, Hakem ve Hişam olan 15 Sultan gelir ve Endülüs Emeviler 275 sene İspanya'ya ve Portekiz'e hakim olurlar...

Ahmet Sırrı Arvas

Halifenin Oğlu Yamalı Elbise Giyer mi ?

Halifenin Oğlu Yamalı Elbise Giyer mi ?

Ömer Bin Abdülaziz'in oğlu mektepten ağlayarak gelir. Peder-i âlileri sebebini sorduğu zaman, oğlu, "Babacığım, arkadaşlarım beni ayıplayarak, yama ve eski elbise giymişsin, sen halife oğlusun böyle gezmek sana yakışır mı dediler" diye cevap verir.

Ömer Bin Abdülaziz de hemen hazinedârına bir kâğıt yazarak, aylıklarına mahsuben, ay sonuna kadar 20 akçe verilmesini ister. Hazinedarı da, "Ya Halife, eğer ay sonuna kadar yaşayacağınıza emin iseniz, bizi de emin edin, emrinize uyarak verelim" diye cevap gönderir. Yüce halife bu cevabı alır ve oğluna da okuyarak: "Ey oğlum, yine sen bu elbise ile mektebe git, ilim ve irfan tahsiline gayret et, zira benim ay sonuna kadar yaşayacağım malum değil" deyip evladını ikna eder.

Halifenin Oğlu Yamalı Elbise Giyer mi ?

Ömer Bin Abdülaziz'in oğlu mektepten ağlayarak gelir. Peder-i âlileri sebebini sorduğu zaman, oğlu, "Babacığım, arkadaşlarım beni ayıplayarak, yama ve eski elbise giymişsin, sen halife oğlusun böyle gezmek sana yakışır mı dediler" diye cevap verir.

Ömer Bin Abdülaziz de hemen hazinedârına bir kâğıt yazarak, aylıklarına mahsuben, ay sonuna kadar 20 akçe verilmesini ister. Hazinedarı da, "Ya Halife, eğer ay sonuna kadar yaşayacağınıza emin iseniz, bizi de emin edin, emrinize uyarak verelim" diye cevap gönderir. Yüce halife bu cevabı alır ve oğluna da okuyarak: "Ey oğlum, yine sen bu elbise ile mektebe git, ilim ve irfan tahsiline gayret et, zira benim ay sonuna kadar yaşayacağım malum değil" deyip evladını ikna eder.

İstanbul’a Su Getiren Sinan’ın Suyu kesildi!

İstanbul'a Su Getiren Sinan'ın Suyu kesildi!


Kapıdaki meçhul adam Koca Sinan'a kendisini tanıtır: -Efendim, ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi Divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız!..

Sinan Ağa, "Acaba Saraya niye çağrılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider. Divana girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur. Sinan'a şöyle derler: -Sinan Ağa, hakkında şikayet var. 'Hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel bir yolla su alınmış! -Evet, Kânûnî hazretleri İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma müsaade etmişti.

"Ferman nerede?"

-O halde fermanı görelim! -Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemeye hicap edip almamıştım. Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: -Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın!

Oradan başkaları cevap verir:

-Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın!

Divanda uzun tartışmalar olur ve karar açıklanır: "Diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandıkları için bir cezaya mucip olmamalıdır!.."

Susuz evde vefat eder!

Bu karardan sonra Koca Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü o, hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil...

Mübarek 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Ne hikmettir bilinmez, İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder! Ne diyelim; Allahü teala ona "Kevser suyu"nu nasip etsin...

Vehbi Tülek

İstanbul'a Su Getiren Sinan'ın Suyu kesildi!


Kapıdaki meçhul adam Koca Sinan'a kendisini tanıtır: -Efendim, ben Topkapı Sarayı postacısıyım. Sizi Divana çağırıyorlar. Herhalde bir soruşturmaya tabi tutulacaksınız!..

Sinan Ağa, "Acaba Saraya niye çağrılıyorum?" diye bastonuna dayana dayana gider. Divana girer, orada bir soruşturma heyeti kurulmuştur. Sinan'a şöyle derler: -Sinan Ağa, hakkında şikayet var. 'Hiç kimse evine özel olarak su almasın' diye padişah fermanı olduğu halde, sizin evinizde özel bir yolla su alınmış! -Evet, Kânûnî hazretleri İstanbul'a yaptığım, su hizmetinden dolayı sadece benim şahsıma müsaade etmişti.

"Ferman nerede?"

-O halde fermanı görelim! -Ben o zaman Cihan Padişahından ferman istemeye hicap edip almamıştım. Divan müşkül durumda kalır, konuşmalar olur: -Sinan büyük hizmetler etmiştir, evinde suyu aksın!

Oradan başkaları cevap verir:

-Bu Âl-i Osman'a hizmet eden sadece Sinan mı? Sinan gibi daha nice hizmet edenler vardır. Ya onların da evine özel su verilsin, ya da Sinan'a da bu ayrıcalık tanınmasın!

Divanda uzun tartışmalar olur ve karar açıklanır: "Diğer hizmet edenlerin de evine su bağlanamayacağına göre, Sinan'a verilen su kesilmeli, fakat şimdiye kadar kullandıkları için bir cezaya mucip olmamalıdır!.."

Susuz evde vefat eder!

Bu karardan sonra Koca Sinan evine gelir. Üzgün, bezgin, fakat fazla müteessir değil. Çünkü o, hizmetini Allah için yapmıştır. Kendisine bir ayrıcalık tanınsın, özel bir mükafat verilsin diye değil...

Mübarek 100 yaşına girerken hastalanır yatağa düşer. Ne hikmettir bilinmez, İstanbul'a su getiren Sinan, susuz evde vefat eder! Ne diyelim; Allahü teala ona "Kevser suyu"nu nasip etsin...

Vehbi Tülek

Halk içinde Hak ile Somuncu Baba Hazretleri

Halk içinde Hak ile Somuncu Baba Hazretleri

I.Bayezid, Niğbolu'da büyük bir zafer kazanınca şükür için Bursa'da bir cami yaptırmaya niyetlenir. Arsa belirlenir, temel atılır, taşlar tıraşlanmaya başlanır. O günlerde civarda bir fırıncı peydahlanır. Cami inşatında çalışanlara nefis somunlar dağıtır. Ama nasıl somunlar... Nar gibi kızaran, mis gibi kokan...

Neyse cami şekillenir. İnşaat artıkları temizlenir, camlar silinir, kandiller dizilir, halılar serilir. Dolaplara Mushaf-ı şerifler yerleştirilir. Rahleler, tesbihler, peşkirler son kez gözden geçirilir.

Ve vakit saat gelir..

O devirde elbette açılış için kurdele kesmez, gulgule ile el çırpmazlar. Efendi efendi saf tutar, huşu ile namaza dururlar. Çok çok günün önem ve mahiyeti hakkında bir vaaz verirler o kadar.

Neyse aziz mübarek cuma günü bütün Bursa Ulucami'ye akar. Yıldırım Bayezid, Emir Sultan hazretlerini kürsüye buyur eder ancak büyük veli gözleriyle kalabalığı tarar. Bir sütunun kuytusuna ilişiveren pamuk sakallı ihtiyarı işaret ederek "içimizde bu işe en lâyık odur" buyururlar. Somuncu Baba Padişahın emri üzerine minbere yürür ama geçerken "bizi niye ele verdiniz sultanım " gibilerinden burukça bakar.

Aaa bizim fırıncı!

Ahali önceleri "aaa bu bizim fırıncı değil mi" deseler de vaaz başlayınca kendilerinden geçerler. Muhteşem camide sanki ılık Medine rüzgarları eser, Haremeyn'e yelken açarlar. Somuncu Baba Fatiha Süresinin yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsirini yapar. İlkini herkes, ikincisini ekseriyet, üçünsünü az kimse anlar. Ancak dördüncü ve sonrakilerde ilim ehli bile zorlanırlar. Hele son tefsirden İlahi sırlara mazhar olamayanlar hariç kimse bir şey anlayamaz. Bursalılar, sokak sokak dolanan gülyüzlü fırıncının Şam-ı şerifteki Bistami dergahlarında yetişen ve Erdebili hazretlerinden icazet alan Şeyh Hamid-i Veli hazretleri olduğunu öğrenince çok şaşırırlar.

Cami çıkışında herkes Hamid-i Veli ile aynı kapıdan çıktığını ve elini öpmekle şereflendiğini sanır. Ancak unutulan bir şey var ki cami üç kapılıdır. Mübarek, sırrı ortaya çıkınca Bursa'dan ayrılır. Molla Fenari hazretleri büyük bir telaşla peşine düşer ve Bursa'da kalmaları için çok yalvarır. Lâkin büyük veli bilinmediği beldelerde yaşamayı arzulamaktadır. Yine de Bursalılar için "muhabbetiniz bol, sohbetleriniz feyzli, şehriniz yeşil olsun" diye dua buyururlar.

Bu ne iştah?

Şeyh Hamid-i Veli hazretleri, İnegöl'den yukarılara vurur, gider Tavşanlı taraflarında çobanlık yapmaya başlar. Otlattığı ineklerden biri çılgınlar gibi yemekte, durmadan su içmektedir. Büyük veli dayanamaz "A be mübarek" der, "bu ne iştah, bilmiyor musun ölüm var!" Hayvancağız "bilmez miyim baba" der, "ama benim minicik bir danam var."

- İyi de göğüslerindeki sütle 5 tane dana doyar.

- Sen bu sütü bize bıraktıklarını mı sanıyorsun. Önce sahibimin tenceresi, anasının güğümü, komşunun tası dolacak da artarsa danama kalacak. Bir kadın bu konuşmaları duyar ve eteğini tuttuğu gibi hemşehrilerine koşar. Hamid-i Veli sırrı açığa çıkınca orada da durmaz. Gider Aksaray'a yerleşir, lâkin bu kez nasıl bir işaret aldıysa halktan saklanmaz Aksine dergâhını açar, aşikare ders okutmaya başlar. Yüzlerce cevahir yetiştirir ki bunlardan biri de Hacı Bayram-ı Veli'dir.

Kusurumuz var ki...

Ömrünün son yıllarında rençberlik yapan bir talebesine iki avuç tohum verir ve "bunları da bir köşeye serp" der, "görelim bakalım ne olacak?" Talebe söyleneni yapar, hatta o tarafa gözü gibi bakar. Ancak kendi adına ektikleri alabildiğince boy atarken hocasınınkilerde bir hareket olmaz. Büyük veli bir gün tarlaya gelir ve "benim tohumlarımı ne yana attın" diye sorar. Talebe boş toprağı göstermekten utanır ve kendi tohumlarını serptiği tarafı işaret eder. Büyük Veli derin bir "eyvah" çeker, "Rabbime karşı ne kusur işledim ki dünyam mamur olmaya başladı" diye dizlerini döver.

Şeyh Hamid hazretleri hicri 815 yılında dostlarıyla helalleşir, iki rekat namaz kılar ve Kelime-i şehadet söyleyerek ruhunu teslim eder. Şeyh Hamid-i Veli'nin Darende ve Aksaray'da iki ayrı kabri vardır. Hangisinde olduğunu Allah bilir, kimbilir belki de Ulu Cami'nin üç kapısından çıkan veli, ikisini de şereflendirmiştir. Öyle ya yüce Mevlâm nelere kaadir değildir.

Diriyiz daim ölmeyiz Karanlıkta hiç kalmayız Çürüyüp toprak olmayız Bize gece gündüz olmaz. Somunun iyisi

Bir gün delikanlının biri gelir "baba be" der "misafirlerim var bana en güzel somunu versene." - Ekmekler önünde beğendiğini al. - Olmaz baba, sen seç. - Bana mı bırakıyorsun? - Evet sana bırakıyorum. Mübarek çıtır çıtır somunlar dururken gider tezgâh altından kurumuş solmuş bir ekmek çıkarıp önüne koyar. Delikanlı "amma yaptın ha" der, "bunun neresi iyi?" Büyük veli "evet bu eski ekmek" der, "ama, onu pişirirken Asr-ı saadetten bu kadar uzaklaşmamıştık."

Halk içinde Hak ile Somuncu Baba Hazretleri

I.Bayezid, Niğbolu'da büyük bir zafer kazanınca şükür için Bursa'da bir cami yaptırmaya niyetlenir. Arsa belirlenir, temel atılır, taşlar tıraşlanmaya başlanır. O günlerde civarda bir fırıncı peydahlanır. Cami inşatında çalışanlara nefis somunlar dağıtır. Ama nasıl somunlar... Nar gibi kızaran, mis gibi kokan...

Neyse cami şekillenir. İnşaat artıkları temizlenir, camlar silinir, kandiller dizilir, halılar serilir. Dolaplara Mushaf-ı şerifler yerleştirilir. Rahleler, tesbihler, peşkirler son kez gözden geçirilir.

Ve vakit saat gelir..

O devirde elbette açılış için kurdele kesmez, gulgule ile el çırpmazlar. Efendi efendi saf tutar, huşu ile namaza dururlar. Çok çok günün önem ve mahiyeti hakkında bir vaaz verirler o kadar.

Neyse aziz mübarek cuma günü bütün Bursa Ulucami'ye akar. Yıldırım Bayezid, Emir Sultan hazretlerini kürsüye buyur eder ancak büyük veli gözleriyle kalabalığı tarar. Bir sütunun kuytusuna ilişiveren pamuk sakallı ihtiyarı işaret ederek "içimizde bu işe en lâyık odur" buyururlar. Somuncu Baba Padişahın emri üzerine minbere yürür ama geçerken "bizi niye ele verdiniz sultanım " gibilerinden burukça bakar.

Aaa bizim fırıncı!

Ahali önceleri "aaa bu bizim fırıncı değil mi" deseler de vaaz başlayınca kendilerinden geçerler. Muhteşem camide sanki ılık Medine rüzgarları eser, Haremeyn'e yelken açarlar. Somuncu Baba Fatiha Süresinin yirmi ana ilim üzerine yedi türlü tefsirini yapar. İlkini herkes, ikincisini ekseriyet, üçünsünü az kimse anlar. Ancak dördüncü ve sonrakilerde ilim ehli bile zorlanırlar. Hele son tefsirden İlahi sırlara mazhar olamayanlar hariç kimse bir şey anlayamaz. Bursalılar, sokak sokak dolanan gülyüzlü fırıncının Şam-ı şerifteki Bistami dergahlarında yetişen ve Erdebili hazretlerinden icazet alan Şeyh Hamid-i Veli hazretleri olduğunu öğrenince çok şaşırırlar.

Cami çıkışında herkes Hamid-i Veli ile aynı kapıdan çıktığını ve elini öpmekle şereflendiğini sanır. Ancak unutulan bir şey var ki cami üç kapılıdır. Mübarek, sırrı ortaya çıkınca Bursa'dan ayrılır. Molla Fenari hazretleri büyük bir telaşla peşine düşer ve Bursa'da kalmaları için çok yalvarır. Lâkin büyük veli bilinmediği beldelerde yaşamayı arzulamaktadır. Yine de Bursalılar için "muhabbetiniz bol, sohbetleriniz feyzli, şehriniz yeşil olsun" diye dua buyururlar.

Bu ne iştah?

Şeyh Hamid-i Veli hazretleri, İnegöl'den yukarılara vurur, gider Tavşanlı taraflarında çobanlık yapmaya başlar. Otlattığı ineklerden biri çılgınlar gibi yemekte, durmadan su içmektedir. Büyük veli dayanamaz "A be mübarek" der, "bu ne iştah, bilmiyor musun ölüm var!" Hayvancağız "bilmez miyim baba" der, "ama benim minicik bir danam var."

- İyi de göğüslerindeki sütle 5 tane dana doyar.

- Sen bu sütü bize bıraktıklarını mı sanıyorsun. Önce sahibimin tenceresi, anasının güğümü, komşunun tası dolacak da artarsa danama kalacak. Bir kadın bu konuşmaları duyar ve eteğini tuttuğu gibi hemşehrilerine koşar. Hamid-i Veli sırrı açığa çıkınca orada da durmaz. Gider Aksaray'a yerleşir, lâkin bu kez nasıl bir işaret aldıysa halktan saklanmaz Aksine dergâhını açar, aşikare ders okutmaya başlar. Yüzlerce cevahir yetiştirir ki bunlardan biri de Hacı Bayram-ı Veli'dir.

Kusurumuz var ki...

Ömrünün son yıllarında rençberlik yapan bir talebesine iki avuç tohum verir ve "bunları da bir köşeye serp" der, "görelim bakalım ne olacak?" Talebe söyleneni yapar, hatta o tarafa gözü gibi bakar. Ancak kendi adına ektikleri alabildiğince boy atarken hocasınınkilerde bir hareket olmaz. Büyük veli bir gün tarlaya gelir ve "benim tohumlarımı ne yana attın" diye sorar. Talebe boş toprağı göstermekten utanır ve kendi tohumlarını serptiği tarafı işaret eder. Büyük Veli derin bir "eyvah" çeker, "Rabbime karşı ne kusur işledim ki dünyam mamur olmaya başladı" diye dizlerini döver.

Şeyh Hamid hazretleri hicri 815 yılında dostlarıyla helalleşir, iki rekat namaz kılar ve Kelime-i şehadet söyleyerek ruhunu teslim eder. Şeyh Hamid-i Veli'nin Darende ve Aksaray'da iki ayrı kabri vardır. Hangisinde olduğunu Allah bilir, kimbilir belki de Ulu Cami'nin üç kapısından çıkan veli, ikisini de şereflendirmiştir. Öyle ya yüce Mevlâm nelere kaadir değildir.

Diriyiz daim ölmeyiz Karanlıkta hiç kalmayız Çürüyüp toprak olmayız Bize gece gündüz olmaz. Somunun iyisi

Bir gün delikanlının biri gelir "baba be" der "misafirlerim var bana en güzel somunu versene." - Ekmekler önünde beğendiğini al. - Olmaz baba, sen seç. - Bana mı bırakıyorsun? - Evet sana bırakıyorum. Mübarek çıtır çıtır somunlar dururken gider tezgâh altından kurumuş solmuş bir ekmek çıkarıp önüne koyar. Delikanlı "amma yaptın ha" der, "bunun neresi iyi?" Büyük veli "evet bu eski ekmek" der, "ama, onu pişirirken Asr-ı saadetten bu kadar uzaklaşmamıştık."

Kıbrıs'ın Manevî Sultanı Hala Sultan Ümmü Hiram

Kıbrıs'ın Manevî Sultanı Hala Sultan Ümmü Hiram


Ümmü Hirâm, ensârın büyüklerinden Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) öz, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ise süt teyzesidir. Ümmü Hirâm, ensârın büyüklerinden Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) öz, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ise süt teyzesidir. Ümmü Hirâm, Efendimizi taa çocukluk yıllarından tanır ve onun "çok başka" olduğunun farkındadır. Vakit saat gelip de Allah'ın Resulü tebliğe başlayınca, tereddütsüz iman eder. Ancak kocası, (oğulları Kays ve Abdullah'ın babası) Amr, putperestlikten caymaz. Ümmü Hiram bunun üzerine geçim gailesini göze alır ama bir inkârcı ile aynı yastığa baş koymaz. İki çocukla dul kalmak kolay değildir ama Eshab-ı kiramın büyüklerinden güler yüzü, tatlı dili, cömertliği ve zarafeti ile tanınan Ubâde bin Sâmit (radıyallahu anh) ona kapısını açar. Nikâhlarını bizzat âlemlerin Efendisi kıyar. Ümmü Hiram'ın, Hazret-i Ubâde'den bir oğlu olur ki adını "Muhammed" koyarlar.

SEN ÖNCEKİLERDENSİN

Efendimiz zaman zaman ziyaretlerine gelir, hanelerini nurlandırırlar. Efendimiz bu çatı altında çok rahat eder, hatta bir keresinde kayluleye yatar ve gülerek uyanırlar. Ümmü Hiram neden gülümsediklerini sorar. Server-i Kainat Yâ Ümmü Hiram! Mücahidleri aşk ve şevk ile gemilere binip, uzak ülkelere doğru gâzaya çıktıklarını gördüm" buyururlar. Ümmü Hiram da, heyecandan titreyen bir sesle "Yâ Resûlullah! Duâ et de ben de onlardan olayım" diye yalvarmaya başlar. Allah'ın Habibi ellerini açar, "Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle" diye duâ buyururlar. Peygamber efendimiz yine dalar ve yine gülümseyerek uyanırlar. Ümmü Hiram yine merakla sorar. Efendimiz "Bu defâ da ümmetimden bazılarını, meliklerin tahtlara kuruldukları gibi debdebeli bir kalabalıkla gazâya gittiklerini gördüm" buyururlar. Ümmü Hırâm yine heyecanlanır ve "Yâ Resûlullah! Duâ edin de ben de aralarında bulunayım" deyince, Peygamberimiz; "sen öncekilerdensin" buyururlar.

KIBRIS'IN KANDİLİ

Efendimizin vefâtından sonra Şam Valisi olan Hazret-i Muâviye Kıbrıs Adasına bir sefer düzenler. Ubâde bin Sâmit ve hanımı Ümmü Hırâm gönüllüler arasında yerlerini alırlar. Genç muharipler gazada Ümmü Hiram'ın gayretinden çok etkilenir, nineleri yaşındaki mücahideden (86 yaşındadır) ibret alırlar. Gelgelelim Larnaka civarlarında Ümmü Hiram'ın atının tekleyeceği tutar, dünya gözüyle zaferi göremeden gözlerini yumar. Gençler onun adına da savaşır ve İslâm ordusu da zafere ulaşır.

Aradan uzuuun yıllar geçer. Osmanlılar Kıbrıs Adasını (H. 978) alınca Ümmü Hırâm'ın kabri üzerine sevimli bir türbe, yanına bir dergâh ve câmi yaparlar. Türkler onu "Hala Sultan" adıyla anarlar. Kurak zamanlarda Rumlar bile Türklere gelir, Hala Sultan hurmetine el açar dua ederler. Zira ne zaman onu vesile ederek yağmur duasına çıksalar Rabbim (Celle Celalüh) yağmura gebe bulutlar yollar, zem suya kanar.

Rumlar türbeye girişe izin vermiyor

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonra Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nde kalan Hala Sultan Türbesi'nde ramazan buruk geçiyor. Ne yazık ki türbeyi büyük hasret ve muhabbetle ziyaret etmek isteyen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) vatandaşları, Rum yönetiminin sınırdan geçişte zorluk yaşatması yüzünden buraya gidemiyor. Hala Sultan Camisi imamı Şakir Alemdar, "Hala Sultan'ın Kıbrıs adasına Resûlullah'ın hediyesi" olduğunu ifade ederek, "Hala Sultan'ın maneviyatı, değil Kıbrıslılar'a bütün dünyaya yüz defa yeter de artar" diye konuştu. Türbenin Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nde olması sebebiyle ramazan ayında çok fazla katılımı sağlayamadıklarına dikkati çeken Alemdar, "Burayı ziyarete gelenlerin çoğu gayrimüslim. Onlar da Hala Sultan'ın maneviyatından feyz aldığını söylüyorlar" diye konuştu.

Kıbrıs'ın Manevî Sultanı Hala Sultan Ümmü Hiram


Ümmü Hirâm, ensârın büyüklerinden Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) öz, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ise süt teyzesidir. Ümmü Hirâm, ensârın büyüklerinden Enes bin Mâlik'in (radıyallahü anh) öz, Resûlullah efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) ise süt teyzesidir. Ümmü Hirâm, Efendimizi taa çocukluk yıllarından tanır ve onun "çok başka" olduğunun farkındadır. Vakit saat gelip de Allah'ın Resulü tebliğe başlayınca, tereddütsüz iman eder. Ancak kocası, (oğulları Kays ve Abdullah'ın babası) Amr, putperestlikten caymaz. Ümmü Hiram bunun üzerine geçim gailesini göze alır ama bir inkârcı ile aynı yastığa baş koymaz. İki çocukla dul kalmak kolay değildir ama Eshab-ı kiramın büyüklerinden güler yüzü, tatlı dili, cömertliği ve zarafeti ile tanınan Ubâde bin Sâmit (radıyallahu anh) ona kapısını açar. Nikâhlarını bizzat âlemlerin Efendisi kıyar. Ümmü Hiram'ın, Hazret-i Ubâde'den bir oğlu olur ki adını "Muhammed" koyarlar.

SEN ÖNCEKİLERDENSİN

Efendimiz zaman zaman ziyaretlerine gelir, hanelerini nurlandırırlar. Efendimiz bu çatı altında çok rahat eder, hatta bir keresinde kayluleye yatar ve gülerek uyanırlar. Ümmü Hiram neden gülümsediklerini sorar. Server-i Kainat Yâ Ümmü Hiram! Mücahidleri aşk ve şevk ile gemilere binip, uzak ülkelere doğru gâzaya çıktıklarını gördüm" buyururlar. Ümmü Hiram da, heyecandan titreyen bir sesle "Yâ Resûlullah! Duâ et de ben de onlardan olayım" diye yalvarmaya başlar. Allah'ın Habibi ellerini açar, "Yâ Rabbî! Bunu da onlardan eyle" diye duâ buyururlar. Peygamber efendimiz yine dalar ve yine gülümseyerek uyanırlar. Ümmü Hiram yine merakla sorar. Efendimiz "Bu defâ da ümmetimden bazılarını, meliklerin tahtlara kuruldukları gibi debdebeli bir kalabalıkla gazâya gittiklerini gördüm" buyururlar. Ümmü Hırâm yine heyecanlanır ve "Yâ Resûlullah! Duâ edin de ben de aralarında bulunayım" deyince, Peygamberimiz; "sen öncekilerdensin" buyururlar.

KIBRIS'IN KANDİLİ

Efendimizin vefâtından sonra Şam Valisi olan Hazret-i Muâviye Kıbrıs Adasına bir sefer düzenler. Ubâde bin Sâmit ve hanımı Ümmü Hırâm gönüllüler arasında yerlerini alırlar. Genç muharipler gazada Ümmü Hiram'ın gayretinden çok etkilenir, nineleri yaşındaki mücahideden (86 yaşındadır) ibret alırlar. Gelgelelim Larnaka civarlarında Ümmü Hiram'ın atının tekleyeceği tutar, dünya gözüyle zaferi göremeden gözlerini yumar. Gençler onun adına da savaşır ve İslâm ordusu da zafere ulaşır.

Aradan uzuuun yıllar geçer. Osmanlılar Kıbrıs Adasını (H. 978) alınca Ümmü Hırâm'ın kabri üzerine sevimli bir türbe, yanına bir dergâh ve câmi yaparlar. Türkler onu "Hala Sultan" adıyla anarlar. Kurak zamanlarda Rumlar bile Türklere gelir, Hala Sultan hurmetine el açar dua ederler. Zira ne zaman onu vesile ederek yağmur duasına çıksalar Rabbim (Celle Celalüh) yağmura gebe bulutlar yollar, zem suya kanar.

Rumlar türbeye girişe izin vermiyor

1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'ndan sonra Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nde kalan Hala Sultan Türbesi'nde ramazan buruk geçiyor. Ne yazık ki türbeyi büyük hasret ve muhabbetle ziyaret etmek isteyen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) vatandaşları, Rum yönetiminin sınırdan geçişte zorluk yaşatması yüzünden buraya gidemiyor. Hala Sultan Camisi imamı Şakir Alemdar, "Hala Sultan'ın Kıbrıs adasına Resûlullah'ın hediyesi" olduğunu ifade ederek, "Hala Sultan'ın maneviyatı, değil Kıbrıslılar'a bütün dünyaya yüz defa yeter de artar" diye konuştu. Türbenin Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nde olması sebebiyle ramazan ayında çok fazla katılımı sağlayamadıklarına dikkati çeken Alemdar, "Burayı ziyarete gelenlerin çoğu gayrimüslim. Onlar da Hala Sultan'ın maneviyatından feyz aldığını söylüyorlar" diye konuştu.

Yenilmez Komutan Halid bin Velid Radıyallahu anh

Yenilmez Komutan Halid bin Velid Radıyallahu anh

Velid oğlu Halid, Hicretten 35 yıl önce doğar. Server-i kâinat ile aynı soydan gelir, kaldı ki annesi Lübabe es-Suğra Efendimizin hanımı Hazret-i Meymûne'nin kız kardeşidir.

Halid de Habibullah gibi süt annelere emanet edilir, havası ve suyu güzel yaylalara gönderilir. Burada Arap gelenekleriyle yetiştirilir ve altı yaşındayken tekrar Mekke'ye getirilir. Babası (Velîd bin Mugîre), Kureyşliler arasında itibarlı bir emirdir, zaten süvari birliğinin komutanlığı hep bu aileye verilir.

Nitekim oğlu Halid'e de ata binmenin, ok atmanın, kılıç kullanmanın ve cengi okumanın inceliklerini öğretir. Genç muharip, bileğine de güçlüdür hani, hatta Hattaboğlu Ömer ile güreştiği rivayet edilir.

Halid uzun süre ticaret kervanlarına katılır, Suriye, Irak, Mısır ve Yemen'i gezip görme imkanına erişir. Okuma yazma bilenlerin parmakla gösterildiği yıllarda şiire merak salar, çeşit çeşit kitaplar edinir.

Ah o Kureyşliler

Aslında Halid bin Velid'in yeri mizac ve ahlak olarak Fahr-i alem'in yanıdır ama Kureyşliler onu ona bırakmazlar. Sırtını sıvazlayıp meydana çıkarırlar. Sanırım Hazret-i Halid, Bedir ve Uhud'u hatırlamaktan hoşlanmaz, onun için bu faslı geçip İslâmla tanıştığı günlere gelmekte yarar var...

Hâlid'in kardeşi Velid bin Velid Bedir'de Müslümanlara esir düşer. Fidye karşılığında serbest bırakılır ama Ensarla Muhacirin muhabbetini gördükten sonra Mekkeli müşrikler arasında duramaz. Kendi kendine iman edip Medîne'ye koşar, Hatem-ül Enbiya'ya er olmaya bakar. Bu arada ağabeyi Hâlid'e İslam'a davet eden mektuplar yazar.

Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem) umre yapmak için Mekke'ye geldiklerinde Velîd'e (Radıyallahu anh) döner; "Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olmaz. O gayret ve kahramanlığını müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini sever, üstün tutardık" buyururlar. Halid bu konuşmayı duyunca bir hoş olur, İslâm'a karşı meyli nasıl artar, anlatılamaz.

İster misiniz bu kısmı kendi ağzından dinleyelim: "Allahü teâlâ, hayrımı dilediği zaman, kalbime İslâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Zaten Müslümanlara karşı yaptığım hiçbir savaş yoktu ki dönerken pişman olmayayım. Resulullah'ın muhakkak gâlip geleceğini adım gibi biliyordum. Önümüze birçok baskın imkanı geçti ama parmağımızı bile oynatamadık. Mesela Allahın Habibi Hudeybiye'den çıktıklarında (Usfan'da) Eshâbıyla öğle namazına durdular. Bir komutan için bu fırsat kaçmazdı ama elimiz kolumuz bağlandı. İkindi namazında da bir şey yapamadık, zira onlar korunuyorlardı.

Doğrusunu isterseniz Efendimizin mertliğine, cesaretine, ahlakına hayrandım. Fallar, putlar, cahiliye âdetleri beni eskiden de sarmazdı. Hele Resûlullah'ın hakkımda söylediklerini işitince içim ferahladı.

O gece rüyamda dar, çorak ve sıkıntılı vadilerde dolaştım durdum, nihayet çimleri rüzgarla bir o yana bir bu yana yatan yemyeşil ovalara açıldım. Rüya yeteri kadar sarihti ama bunu Hazret-i Ebû Bekir'e tâbir ettirmeyi çok arzuladım. Evet yeteri kadar vakit kaybetmiştim, artık Medine'ye gitmeli ve Müslüman olmalıydım. Yoldaşlık teklif ettiklerim tereddüt ettiler ancak Osman bin Talha seve seve bana katıldı.

Ertesi gün seher vakti yola çıktık. Hadde denilen mevkiye vardığımızda, Amr bin Âs ile karşılaştık. O da Müslüman olmuş, Efendimize koşmaktaydı... Hep beraber Medîne'ye yaklaştık. Yıkandık paklandık, en güzel elbiselerimizi giyip mescide vardık. İyi de, acaba Resûlullah efendimiz bize dargınlar mıydı?

Beklenen an

Eşikten geçerken azarlanmaktan korkuyordum, kalbim kuş gibi çırpınmaktaydı. Lâkin Server-i kâinat bizi dostça karşıladı, bağrına bastı. Yüksek sesle Kelime-i şehadet getirdim, sahabeler de hislendiler, gözyaşları yenlerini yakalarını ıslattı. Efendimiz "Sana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allaha hamd olsun" buyurdular "akıllı olduğunu biliyor, bunun er veya geç seni selâmet ve hayra ulaştıracağını umuyordum."

Günahlarımın affı için, Allahü teâlâya duâ etmelerini istedim. Resûlullah "İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları söküp atar" müjdesini vermekle birlikte ellerini açtılar "Yâ Rabbî! Hâlid'in, kullarını yolundan çevirmek için gösterdiği çabaları bağışla! Sonra bana hane-i saadetlerinin yanında yer verdiler, kendilerine komşu yaptılar.

Perçem-i şerif

Eshabı kiram (aleyhimürrıdvan), Efendimiz'i (aleyhissalâtü vesselam) o kadar çok severler ki onun mübarek saç ya da sakallarından tek tele sahip olabilmek için yarışırlar. İşte bugün atlas bohçalar, gümüş sandıklar içinde saklanan peygamber kokulu emanetlerin hikâyeleri o günlere ulaşırlar.

Veda Haccı'nda Fahr-i alem (Sallallahü aleyhi ve sellem), kurbanını kesmiş, tıraşını olmaktadırlar. Kesilen saçlarını Ebû Talhatü'l Ensârî'ye vererek ashabına dağıtılmasını arzularlar. Peygamber aşıkları saç tellerinden bir tekini dahi düşürmeden kapışırlar. Sıra mübarek alınlarına dökülen ve nûr-ı ilâhîye mazhar olan perçemlerine gelir. Halid bin Velid ileriye atılır; "Yâ Resûlallah, onları bana ver. Anam, babam sana feda olsun" diye yalvarmaya başlar. Habibullah bu... Kimi kırmışlardır ki onu kırsınlar...

Halid bin Velid, bu saç tellerini ölünceye kadar sarığının arasında saklar, Resulullah hasreti dayanılmaz oldukça öper, koklar. Yemame Savaşının en şiddetli anında sarığı düşünce ölümü göze alıp düşmanların arasına dalar. Huysuz atlar, nallar, kılıçlar... Eller, kollar uçuşur, ortalık toz duman... Ama O, sarığını ele geçirmeyi başarır, yüzü suyu hürmetine kâinatın yaratıldığı Serverin saçlarını küffar eline bırakmaz.

Bu sarık başındayken hiçbir savaşı kaybetmez, zaferden zafere koşar...

Yenilmez Komutan Halid bin Velid Radıyallahu anh

Velid oğlu Halid, Hicretten 35 yıl önce doğar. Server-i kâinat ile aynı soydan gelir, kaldı ki annesi Lübabe es-Suğra Efendimizin hanımı Hazret-i Meymûne'nin kız kardeşidir.

Halid de Habibullah gibi süt annelere emanet edilir, havası ve suyu güzel yaylalara gönderilir. Burada Arap gelenekleriyle yetiştirilir ve altı yaşındayken tekrar Mekke'ye getirilir. Babası (Velîd bin Mugîre), Kureyşliler arasında itibarlı bir emirdir, zaten süvari birliğinin komutanlığı hep bu aileye verilir.

Nitekim oğlu Halid'e de ata binmenin, ok atmanın, kılıç kullanmanın ve cengi okumanın inceliklerini öğretir. Genç muharip, bileğine de güçlüdür hani, hatta Hattaboğlu Ömer ile güreştiği rivayet edilir.

Halid uzun süre ticaret kervanlarına katılır, Suriye, Irak, Mısır ve Yemen'i gezip görme imkanına erişir. Okuma yazma bilenlerin parmakla gösterildiği yıllarda şiire merak salar, çeşit çeşit kitaplar edinir.

Ah o Kureyşliler

Aslında Halid bin Velid'in yeri mizac ve ahlak olarak Fahr-i alem'in yanıdır ama Kureyşliler onu ona bırakmazlar. Sırtını sıvazlayıp meydana çıkarırlar. Sanırım Hazret-i Halid, Bedir ve Uhud'u hatırlamaktan hoşlanmaz, onun için bu faslı geçip İslâmla tanıştığı günlere gelmekte yarar var...

Hâlid'in kardeşi Velid bin Velid Bedir'de Müslümanlara esir düşer. Fidye karşılığında serbest bırakılır ama Ensarla Muhacirin muhabbetini gördükten sonra Mekkeli müşrikler arasında duramaz. Kendi kendine iman edip Medîne'ye koşar, Hatem-ül Enbiya'ya er olmaya bakar. Bu arada ağabeyi Hâlid'e İslam'a davet eden mektuplar yazar.

Resulullah (Sallallahü aleyhi ve sellem) umre yapmak için Mekke'ye geldiklerinde Velîd'e (Radıyallahu anh) döner; "Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olmaz. O gayret ve kahramanlığını müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini sever, üstün tutardık" buyururlar. Halid bu konuşmayı duyunca bir hoş olur, İslâm'a karşı meyli nasıl artar, anlatılamaz.

İster misiniz bu kısmı kendi ağzından dinleyelim: "Allahü teâlâ, hayrımı dilediği zaman, kalbime İslâmiyet sevgisini düşürdü. Beni, hayır ve şerri anlayacak hâle getirdi. Zaten Müslümanlara karşı yaptığım hiçbir savaş yoktu ki dönerken pişman olmayayım. Resulullah'ın muhakkak gâlip geleceğini adım gibi biliyordum. Önümüze birçok baskın imkanı geçti ama parmağımızı bile oynatamadık. Mesela Allahın Habibi Hudeybiye'den çıktıklarında (Usfan'da) Eshâbıyla öğle namazına durdular. Bir komutan için bu fırsat kaçmazdı ama elimiz kolumuz bağlandı. İkindi namazında da bir şey yapamadık, zira onlar korunuyorlardı.

Doğrusunu isterseniz Efendimizin mertliğine, cesaretine, ahlakına hayrandım. Fallar, putlar, cahiliye âdetleri beni eskiden de sarmazdı. Hele Resûlullah'ın hakkımda söylediklerini işitince içim ferahladı.

O gece rüyamda dar, çorak ve sıkıntılı vadilerde dolaştım durdum, nihayet çimleri rüzgarla bir o yana bir bu yana yatan yemyeşil ovalara açıldım. Rüya yeteri kadar sarihti ama bunu Hazret-i Ebû Bekir'e tâbir ettirmeyi çok arzuladım. Evet yeteri kadar vakit kaybetmiştim, artık Medine'ye gitmeli ve Müslüman olmalıydım. Yoldaşlık teklif ettiklerim tereddüt ettiler ancak Osman bin Talha seve seve bana katıldı.

Ertesi gün seher vakti yola çıktık. Hadde denilen mevkiye vardığımızda, Amr bin Âs ile karşılaştık. O da Müslüman olmuş, Efendimize koşmaktaydı... Hep beraber Medîne'ye yaklaştık. Yıkandık paklandık, en güzel elbiselerimizi giyip mescide vardık. İyi de, acaba Resûlullah efendimiz bize dargınlar mıydı?

Beklenen an

Eşikten geçerken azarlanmaktan korkuyordum, kalbim kuş gibi çırpınmaktaydı. Lâkin Server-i kâinat bizi dostça karşıladı, bağrına bastı. Yüksek sesle Kelime-i şehadet getirdim, sahabeler de hislendiler, gözyaşları yenlerini yakalarını ıslattı. Efendimiz "Sana hidâyet veren, doğru yolu gösteren Allaha hamd olsun" buyurdular "akıllı olduğunu biliyor, bunun er veya geç seni selâmet ve hayra ulaştıracağını umuyordum."

Günahlarımın affı için, Allahü teâlâya duâ etmelerini istedim. Resûlullah "İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan günahları söküp atar" müjdesini vermekle birlikte ellerini açtılar "Yâ Rabbî! Hâlid'in, kullarını yolundan çevirmek için gösterdiği çabaları bağışla! Sonra bana hane-i saadetlerinin yanında yer verdiler, kendilerine komşu yaptılar.

Perçem-i şerif

Eshabı kiram (aleyhimürrıdvan), Efendimiz'i (aleyhissalâtü vesselam) o kadar çok severler ki onun mübarek saç ya da sakallarından tek tele sahip olabilmek için yarışırlar. İşte bugün atlas bohçalar, gümüş sandıklar içinde saklanan peygamber kokulu emanetlerin hikâyeleri o günlere ulaşırlar.

Veda Haccı'nda Fahr-i alem (Sallallahü aleyhi ve sellem), kurbanını kesmiş, tıraşını olmaktadırlar. Kesilen saçlarını Ebû Talhatü'l Ensârî'ye vererek ashabına dağıtılmasını arzularlar. Peygamber aşıkları saç tellerinden bir tekini dahi düşürmeden kapışırlar. Sıra mübarek alınlarına dökülen ve nûr-ı ilâhîye mazhar olan perçemlerine gelir. Halid bin Velid ileriye atılır; "Yâ Resûlallah, onları bana ver. Anam, babam sana feda olsun" diye yalvarmaya başlar. Habibullah bu... Kimi kırmışlardır ki onu kırsınlar...

Halid bin Velid, bu saç tellerini ölünceye kadar sarığının arasında saklar, Resulullah hasreti dayanılmaz oldukça öper, koklar. Yemame Savaşının en şiddetli anında sarığı düşünce ölümü göze alıp düşmanların arasına dalar. Huysuz atlar, nallar, kılıçlar... Eller, kollar uçuşur, ortalık toz duman... Ama O, sarığını ele geçirmeyi başarır, yüzü suyu hürmetine kâinatın yaratıldığı Serverin saçlarını küffar eline bırakmaz.

Bu sarık başındayken hiçbir savaşı kaybetmez, zaferden zafere koşar...

k

k
k

(Konu 1yok)

1
1
 
2012 71-Bc Kim Kimdir? Biyografi | Blogger Templates for HostGator Coupon Code Sponsors: WooThemes Coupon Code, Rockable Press Discount Code